17 Eylül 2014 Çarşamba

Tesadüf

Los Angeles

Geldiğimizden beri Elizle Ege birbirlerine tekrar tekrar aşık olarak dönüyorlar eve. Bense bütün günümü balkonda geçiriyorum. Böyle sıcak aile dizileri, filmleri seyrediyorum. İçimi ısıtıyor. Hayatımın soğukluğunu farkediyorum. Etrafımdakilere ne kadar bencil ne kadar kapalı yaklaştığımı… Romantik komedilerde aşk nasıl sürrealse bu sıcak aile dizileri, filmlerindeki insanlık da şimdi bir o kadar sürreal… 

Eliz ellerinde milyon tane torbayla içeri giriyor. Ardından Ege giriyor ellerinde torbalarla. Rodeo Drive'daki ev fiyatına kılık kıyafet ayakkabı çanta satan dükkanların hepsine girilip çıkılmış anlaşılan. 

"Eliz'im ailen baya genişlemiş bugün. Yeni çocuklar edinmişsin"

"Ayyyy evet… Kocaman bir aile olduk. Ruhumun ait olduğu yeri buldum bugün"

"Ege'nin ölü bedenine ait bir yerde baksaydınız. Çocuğun gözünün feri sönmüş yahu"

"Ona paramız yetmedi. Bi daha ki sefere inşallah"

Mutfağa girip yemek hazırlamaya koyuluyorum. Eliz tek tek aldıklarını gösteriyor bayramlık alınmış çocuk gibi. Ege koltuğa uzanmış banka hesabından bir yıldız gibi kayan sıfıları düşünüyor. Menümüz de rosto ve patates püresi var. Biraz salata… Biraz peynir ve tabi ki şarap… Balkona açılan sürgülü kapılar sonuna kadar açık. İçeri giren esinti ve tuzlu kokuyla ayaklarımız adeta okyanusa değer gibi. Fonda James Brown'nun eşsiz sesi ve şarkıları… Eliz'in defilesi sona erince bana yardım etmeye başlıyor. Özenli bir sofra hazılanıyor. Ege kendini toplamak için duşa giriyor. Sofrada birkaç mumdan başka hiç bir şey eksik değil. Eliz bu konuyla ilgilenirken bende şarabımızı seçip açmaya koyuluyorum ki ne göreyim beline sardığı havluyla vücudundan süzülen sularla Ege çıkageliyor.

"Aman yarrabbi… Sen iyice laçkalaştın. Tövbeler olsun"

"Ya kızım bi dur… Kızlar beklediğimiz an geldi"

"Bizim beklediğimiz bir an mı vardı?"

"Evet, Andy aradı az önce. Bu gece bişeyler yapalım dedi"

"Andy kim la? Ünlü biri de ben mi tanımıyorum?"

"Eliz bahsetmiş ya sana… Şu benim iş için görüşmek istediğim adam işte"

"Türk değil miydi bu adam?"

"Türk de, adı neden Andy onu bilmiyorum"

Eliz lafa giriyor.

"Eee… Ne zaman buluşcaz?"

"Saat 9'da West Hollywood'da buluşuyoruz. Adresi attı"

"Ayy o zaman hadi hemen yiyelim şu yemeği de hazırlanalım"

"Aynen… Aynen. Geç kalmayalım"

O güzelim sofrada amele gibi çalakaşık yemek yiyoruz. Ege'de bir telaş… Sanki görücüye çıkacak. Eliz   hevesle yeni aldığı bebeklerinden birşeyler seçmiş. Hardal sarısı tek omuzlu derin yırtmaçlı uçuş uçuş ipek bir elbise, ben bir Cavalli'yim diye bağırıyor. Benim üstümde düz beyaz bir bluz, siyah jean ve topuklu ayakkabılar… Bunu gören Ege, Eliz'e kaş göz yapıyor. Beni kendimden utandırmaya yetecek, kısa süreliğine de olsa sinirlerimi yıpratacak bir konuşma başlıyor.

"Aaa olmaz. Bununla gidemezsin"

"Sebep?"

"Yavrum biliyorum, darlanıyorsun ama Ege için çok önemli. Bugün senin için de bir şeyler aldık biz. Beğenip giyersen çok mutlu oluruz"

"Eliz, abartmıyor musunuz? Yani evin beslemesi muamelesi yapıyorsun resmen şu an bana. Layık görmediysen gelmeyim canıma minnet. Kusura bakma yani tanımadığım ve zerre kadar umrumda olmayan biri için şu keyfimi bozuyorum sırf Ege rica etti diye. Kılığıma kıyafetime falan karışacaksanız vip eskortlar var böyle günler için onlardan birini ayarlasaydınız keşke."

"Ender aşk olsun. Tamam, haklısın. Özür dilerim. Nasıl istersen öyle gel"

Saat tam 9'da adamın dediği lounge'ın kapısının önündeyiz. Ayıp olmasın diye birşey sipariş etmiyoruz önce. Aradan 20 dakika geçiyor dayanamayıp bir şeyler ısmarlıyoruz. Asık ve gergin suratlarımız ilk içkilerimizle birlikte yerini keyfe bırakıyor. İkinci içkilerle tamamen neden orda olduğumuzu unutup muhabbete dalıyoruz. Şakalar, komikler havada uçuşuyor. Keyifler gıcır olunca Ege aşka gelip Eliz'i ateşli bir şekilde öpüyor. Bende bir utanmalar, sıkılmalar… Sonra gelecek adam için kezbanlar gibi heycan duymaya başlıyorum. Belki de hayatımın aşkıyla karşılaşırım. Nasıl biri acaba? Nasıl bir havaya bürünsem ki? gibi triplere giriyorum. Ege'nin telefonu çalıyor. Konuşmasından beklenen şahsın teşrif ettiğini, saniyeler içinde burada olacağını anlıyoruz. Ege heycanla kapıya bakıyor. "Aha… Geldi işte."

Arkamı dönüp bakmıyorum. Eliz'in yüzündeki muzip gülümsemeden iyi bir şeyin geldiğini anlayıp biraz daha heycanlanıyorum. Sonra bir anda içimdeki özgüvensiz Ender konuşuyor "sana bakmaz o…" Daha adamı görmeden umudumu kesip içime kapanıyorum. O balon gibi yükselen heycan bir anda sönüveriyor. Saniyesine gergin ve asık suratlı Ender geri geliyor ve 'keşke gelmeseydim' diyor. Ege yavaşca ayağa kalkıyor. Arka çaprazımdan bir adam yaklaşıyor. Kafamı yavaşca çevirip bakıyorum. Şok… Şok… Şok…

"Ya kusura bakmayın çok geç kaldım. Bu şehrin trafiği İstanbul'dan beter bazen"

"Önemli değil. Hoş geldin. Ege ben. Tanışmıştık gerçi yıllar önce. Nişanlım Eliz ve can dostumuz Ender"

Eliz ayağa kalkıyor, tokalaşıyorlar. Ben şaşkınlıktan ayağa kalkamıyorum. Yüzümü bile dönemiyorum. Sessilik oluyor. Bir iki saniyeliğine herkes bana bakıyor. Sonra kafamı yukarı çeviriyorum.

"Demek Andy'liğin Ender'den geliyormuş. Nasıl bir yaratıcılık, gerçek bir sahne ismi"

"Nasıl ya sen… Bi dakika… Şey de…  Dur, uçak da tanışmıştık"

"Dünya malesef çok küçük"

Elizle Ege anlamsızca bize bakıyorlar. Ege'nin suratında tanış çıkmamızın getirdiği bir rahatlık var ama yanılıyor. Eliz'in gözleri "işte tam filmlerdeki gibi bir aşkın başlangıcı" dercesine bakıyor ama yanılıyor. Ben evdeki rahatımı bozup buraya geldiğim için bir kez daha pişaman oluyorum. Andy'miş kendine lakap takmış bir de. Çinli sanki bir adını söyletememiş insanlara da Andy demiş, gerzekler derneğinin başkanı! Ukala ukala yanıma geçip oturuyor.

"Dünyanın küçüklüğüne dem vurmaktansa 'hayat, süprizlerle dolu' demeyi tercih ederim"

"Sizin söylemeyi tercih ettiğiniz şeylerle benim duymak istediklerim farklı olduğunu düşünüyorum"

Ege bir şeylerin ters gittiğini anlayıp lafa giriyor. Eliz sorgular gözlerle bana bakıyor. 

Ege: Harika kokteylleri var. Biz denedik, bayıldık. Sen ne içersin?

Densiz: Benim kokteyllerle pek aram yok ama tek buzlu bir viski süper olur.

Ege el, kol işaretiyle Türk üsulü garsonu çağırıyor. İçindeki hanzo ortaya yanarlı dönerli bir şey yaptırması gerektiğini söylüyor ama "little little into the middle" olmamak için söyleyemiyor. 

Eliz: Mekanı çok beğendik. Sık geliyor musun buraya?

Densiz: Evet, geliyorum. Hatta gece gezmesinde geldiğim tek yer burası diyebilirim.

Eliz: Ender de San Francisco'da yaşıyor. Biz çıkıp gelince o da sağolsun bize burda eşlik ediyor.

Densiz: Evet, tahmin etmiştim SF'de yaşadığını…

Ege: Sahi siz nerden tanıyorsunuz birbirinizi?

Harfi harfine oturup herşeyi anlatıyor. Ben tek kelime etmiyorum. Normal de olsa çoktan sinirimin geçmiş ve şu an olanlara gülüyor olmam gerekirdi ama o günkü konjoktörümde beni ağlattığını düşündükce sinirim bozuluyor. Daha sonra muhabbet Ege'nin kendisini ve şirketini övmesiyle geçiyor. Eliz muhteşem bir şekilde yardımcı kadın rolünü üstleniyor. Densiz ikisini de pek bir seviyor. Arada birkaç küçük laf çarpıtılıyor bana. En sonunda muhabbetten iyice soğuyup izin istiyor ve bir taksiye atlıyorum. Uçaktaki tanışmadan sonra tesadüflerin hiç beni bulmadığına ve tesadüflerin kurgusunda bir aşkın olmayacağını düşündüğüm aklıma geliyor. Bir de "en büyük aşklar nefretle başlar" sözü geliyor. Çok güçlü inanmasam da içimde bir yerlerde minicik bir kaç tane kelebek uçuşuyor, yüzüme bir tebessüm geliyor. 

2 yorum: