30 Eylül 2014 Salı

Hiç. Bildiğin gibi işte...

Gelen mektupla aklım Engin ile yatıp Engin ile kalkıyor. İletişimi kopartmak istediğim ve bu sonu olmayan ilişkiye son vermek adına direniyorum ve aramıyorum. İletişimsiz kaldıkça onu daha da merak eder oluyorum.

Telefonum çalıyor. 

"Yine kayboldun Ender! Burda herşey sarpa sarmış durumda. Ege işlere gömüldü. Günlerdir görüşemiyoruz. Yanına olmak istiyorum, izin vermiyor"

"Hayatım, normal tabi… Kolay mı… Biraz zaman ver adama. İşlerini toplasın"

"Tamam da şekerim destek olmak istiyorum"

"Onun şu an tek istediği şey şu durumu kurtarmak. Senin verebileceğin en büyük destek onun şu an ki ilgisizliğini hoş görmek ve onun istediğini yapmak"

"Offf yaa… Bilmiyorum. Yani bir şekilde çözüm yolları bulunmuş ama yine de çok zaman alacak halledilmesi. Sen nerelerdesin yine ya?"

"Hiç. Bildiğin gibi işte..."

"Bu arada şu Los Angeles'daki Ender çok yardımcı oluyor Ege'ye. Çocuğun arkası baya sağlam çıktı"

"İyi sevindim"

İki günlük tanıdığı adama dünyanın bir ucundan nasıl böyle yardım ediyor anlayamıyorum. Her zaman ki gibi fazla üstünde durmuyorum ve kendi dünyama dönüyorum. Tezime yoğunlaşıyorum. Günlerce yazıyorum ve yazıyorum. Burdaki tek Türk arkadaşım Ece arıyor, beni ziyaret etmek istediğini ve benden bir ricası olduğunu söylüyor. Akşam için sözleşiyoruz. Tam saatinde elinde bir şişe "Napa Valley" şarabı ile kapıda beliriveriyor. Uzun zamandır görüşmemiştik. Birbirimizi özlediğimizi farkediyoruz. Heycanla koltuğa yerleşiyoruz. Biraz peynir, biraz meyve ve şarap… Büyük bir iştahla bana görüşmediğimiz süre içinde olup bitenleri anlatıyor. 

"Biliyorsun uzun zamandır görüştüğüm bir çocuk vardı, hani şu Musevi olan… Ailesi Müslüman kız istemeyiz filan demişti hani. Bir ay önce bana süpriz yaptı. Bir baktım kapıda elinde bir tek taşla duruyor öyle. Kafayı yemek üzereydim. Bir hafta burda kaldı. Sizi tanıştırmak istedim ama ulaşamadım sana. O da çok istedi tanışmak amaaaaa çok kısa zamanda tanışacaksınız çünkü evleniyoruz!"

"İnanmıyorum! Çok sevindim. Umarım Türkiye'de olurum"

"Yok hayatım umarım burda olursun çünkü nikahımız burda olacak. Bahsetmiştim ya sana Amerikan vatandaşı diye. Onun için burda nikah olacak, şöyle aile arasında. Zaten Los Angeles'da bir sürü tanıdıkları var. Şimdi sıkı dur senden çok önemli bir şey isteyeceğim. Bu küçük nikah organizasyonuna senin sihirli parmakların değsin istiyorum"

"Nasıl ya ? Organizasyonu ben mi yapayım?"

"Eveeet… Senin zevkine ve organizasyon yeteğine inanılmaz güveniyorum. Lütfen kırma beni."

"Ya ne demek keyifle yaparım, biliyorsun ama senin en önemli günün daha profesyonel birine verseydin keşke"

"Saçmalama! Türkiye'de yakınların için yaptığın organizasyonların hepsini biliyorum ve benimkini de en az onlar kadar harika yapacağını da…"

Ece'nin bu teklifi beni inanılmaz heycanlandırıyor. Uzun zamandır süre gelen bu hüzünlü havadan anca böylesine bir organizasyonla kurtulabilirim. Yapmaktan en keyif aldığım iş diyebilirim sanırım. Düğün organizasyonu insanların en mutlu gününe zemin hazırlamak bir nevi… Kabul ediyorum büyük memnuniyetle. Evlenen biri daha, ne mutlu onlara… 

"Eeee… Anlat bakalım sende ne var ne yok?"

Her zaman ki gibi klasik cevabımı veriyorum.

"Hiç. Bildiğin gibi işte…"

Bir mektup...

Eve döndüğümde sanki Eliz hiç buraya gelmemiş gibi hissediyorum. Onunla geçirdiğim günler bir boşluk yaratıyor zihnimde. Herşey yerli yerinde öylece duruyor evde. Özlemişim. Evimi seviyorum. Sıcak, samimi, sessiz ve güvenli… Şehrin o canlı akan hayatı güzel olsa da böylesine bir sığınağımın olması beni rahatlatıyor. Duşa giriyorum. Bütün yol yorgunluğunun tortusunu üstümden atmak istiyorum. Nedense bu sefer fonda MFÖ var. Çok severim ama sadece yolda dinlerim. Benim için yol arkadaşıdır MFÖ… Suyun altında beynim temizleniyor sanki. Son zamanlarda yaşadıklarımı başka bir gözle görmeye başlıyorum. Aklıma Ege geliyor, üzülüyorum. Çabuk geçiyor Ege'yi düşünmem. "Tam ortasındayım" çalıyor şimdi. Engin'in şarkısı… İçim buruluyor. Hayatımda farketmeden nasıl da yer etmiş. Onu bu kadar özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Hayata kızgınım bizi yanlış zamanlarda karşılaştırdığı için. Vücudumu liflemeye başlıyorum. Şu hevesle aldığım ama ağır kokusundan rahatsız olduğum hindistan cevizli duş jeli… Bacaklarımı liflerken yaralarımı görüyorum. İyileşiyorlar ama izleri geçmeyecek. Kabukları dökülüyor ama ince ince çizgiler kalacak. Engin'in bacağındaki derin yara izi geliyor aklıma. Çocukken ağaçtan düşmüş bir demir parçasının üstüne. Tebessümle anlatmıştı yatak sohbetlerimizden birinde. Severim insanların yüzündeki kırışıklıkları, vücutlarındaki izleri. Hatırası olan şeylerdir. Yaşanmışlığın vücuda yer etmesidir. Maalesef kendi vücudumdaki bu izleri sevmiyorum. Onlar kalbimin incilmişliğini yansıtıyor. Nasıl vücudumdan silinmeyecekse kalbimden de silinmeyeceğini söylüyorlar adeta. Sinirim bozuluyor, vücudumun bu görüntüsüne daha fazla katlanamayıp duştan hızlıca çıkıyorum.

İnsan ailesinden, sevdiklerinden bu denli uzak olunca kendini düşünecek çok vakti oluyor. Kimsenin derdi seni o kadarda germemeye başlıyor. Bencilleşiyorsun. Bu denli yüzeysel insanların sahte sevgi  ve ilgi gösterişlerinden yalnızlığın artıyor. Yalnızlık arttıkça sadece kendinle uğraşır oluyorsun. Bu da zamanla bir alışkanlık oluyor. Ege'nin yaşadığı büyük kriz beni zerre kadar ilgilendirmiyor şimdi. ne büyük ayıp… Kendimi suçlarken buluyorum. Sonra geçiyor. Emre geliyor yine aklıma. Onu şimdi daha da iyi anlıyorum. Nasıl böyle bencil ve ruhsuz olduğunu daha net görüyorum ve "iyi ki…" diyorum. "İyi ki olmamış bu ilişki…"

Islak vücudumu kuruluyorum. MFÖ'den bana hiçbir şeyi hatırlatmayan bir şarkı çalıyor şimdi, ne mutlu… "Mazeretim vaaaar. Asabiyim ben!" Islak saçlarla baş etmek bana neden bu kadar külfet geliyor acaba? Onları havluya sarıp kremleniyorum. Her zaman ki gibi sevdiğim şeyleri ilk yapıyorum, sevmediklerimi sona bırakıyorum. Üzerime yazlık lacivert tiril tiril bir elbise geçiriyorum. Şehirde amaçsızca dolaşmayı özlediğimi farkedip kendimi sokağa atıyorum.

San Francisco'nun her köşeyi döndüğünde değişen havası benim dalgalı kur olan ruhuma çok hitap ediyor. Rüzgarlı ve soğuk bir sokaktan bir aşağıdakine indiğinizde güneşli ve sıcak olabiliyor. Dizlerde derman bırakmayan yokuşları zaman zaman isyan ettirse de seviyorum ben bu şehri. Pier 39'a doğru yol alıyorum. Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor. Pier'in içindeki Fransız krepçiden en sevdiğim olan nutella'lı krebimi alıp deniz kenarında bir banka ilişiyorum. Huzurla doluyorum. Karşımda Alcatraz Adası… Zamanında onlarca insanı içine hapsetmiş… Şimdilerde mutlu turistlerin uğrak yeri. Özgürlüğüm aklıma geliyor. mutlu oluyorum. Çok geçmeden içimde bir yer ince ince sızlamaya başlıyor. Mutluluğu, huzuru, keyfi paylaşmak istiyorum. Konuşmak değil ama. Sadece bir omuza başımı koymak… Güven kokan bir adam… Nedense aklıma gelen ilk isim Engin. Ne zaman bir adam hayal etmeye başlasam veya yanımda bir adamın eksikliğini hissetsem aklıma Engin geliyor.

Hava serinliyor. Eve dönüyorum taksiyle. Uzun zamandır bakmadığım posta kutum geliyor aklıma. İçim daralıyor. Kimbilir kaç tane fatura, bildirim, trafik cezası birikmiştir. Kaçış yok deyip açıyorum kutuyu. Yarısı dışarı dökülüyor. Hepsini bağrıma basıp eve çıkıyorum. Tam tahmin ettiğim gibi onlarca ödenmeyi bekleyen zımbırtılar… Arada bir tane mektup zarfı var.

Gönderen: Engin Dağlıca

Geçenlerde kokun geldi burnuma. Sarhoş oldum içmeden. 
Üstad hislerime tercüman olmuş resmen 
'İnsanın başına ne gelirse merakından gelir demiş eskiler, baktım olmuyor, ben seni merak edeyim, sende geliver' Cemal Süreya 

Ağlıyorum. Hiç durmadan ağlıyorum. Engin ki bana sevdiğini söylemek kenara dursun hissettirmedi bile. Mutluyum ama mutluluktan ağlamıyorum. Acı çekiyorum. Yüreğim "gelsem ne olacak" diye çığlıklar atıyor. Aşık olmamak, kaptırmamak için insan bu kadar tutabilir mi kendini. İftar vakti orucunuzu açmanıza izin verilmemesi gibi bir şey bu. Elleriniz bağlı, ağzınız sımsıkı bağlı… Aç ve sussuz… Önünüze bir sofra kuruluyor ama başkaları yiyor. İşte ben aşka öyle aç ve sussuzum.

22 Eylül 2014 Pazartesi

Ters köşe

Ege ile Eliz ilk uçakla Türkiye'ye dönmeye karar veriyorlar. Uçak saatini beklerken Ege odanın içinde dört dönüyor. Rusya'da tamamlanmak üzere olan AVM inşaatı bir gecede nasıl oluyorsa bir anda yerle bir olmuş. Gece vardiyasında çalışan 57 işçi yaralanmış, 2 işçi hayatını kaybetmiş. Haber internete anında düşmüş. Şirketin itibarı sarsılmış. Hızlı büyüyen ve rakiplerinin canını sıkacak güçde olan bir şirket için büyük bir kriz. Eliz şaşkınlık içinde ve çaresiz… Ege sürekli olarak telefonda… 

Hayatlarımız nasıl da pamuk ipliğine bağlı aslında. Hiç ölmeyecekmişiz, herşey sonsuz olacakmış, hep bir ikinci şansımız varmışcasına nasıl da fütursuzca yaşıyoruz. Maddiyata olan bağlılığımız bizi nasıl da aciz yapıyor. Can Yücel diyor ya hani "bağlanmayacaksın" diye ne güzel de söylüyor. Elif bir anlık kazayla yürüme yetisini kaybediyor, Ege bir gecede elinde olmadan tüm itibarını, servetini kaybediyor. Bunları duydukça, gördükçe yaşamaktan daha da korkar hale geliyor insan. Oysa ki inadına yaşamalı ama özgürce, bağlanmadan… Hayatta en çok yara alanlar aslında vitrine aldalanlar. Her vitrinin sezon sonu gelir ve o aldandığın güzel vitrinin üstünde koskocaman "sezon sonu indirimi - %50" yazar. Senin o gözünü kamaştıran vitrin artık diğerlerinden farklı değildir. Ucuzlamıştır. Güzelliğe aldalanlar, paraya aldalanlar, hırsına aldalanlar… Hepsinin aldandıklarının sezon sonu gelir ve ellerinde bayağı şeylerle kalıverirler. Aslında her birimiz hayatımızın bir döneminde öyle yada böyle bir vitrine aldanıyoruz. İnsanoğlunun yaratılışı böyle "nefs" denen şeyi kontrol altına almak öyle kolay lokma değil ki… Yaşadıkça burnun sürtüldükçe öğreniyorsun. Burnun ne kadar büyükse de o kadar sürtülüyor haliyle. Biraz anne işi olacak ama atalar hep doğru söyler " güvenme güzelliğine bir sivilce yeter, güvenme malına bir kıvılcım yeter " Güveneceğimiz tek şey var o da kendimiz sanırım. 

Eliz ile birlikte balkona çıkıyoruz. Yüzü bembeyaz… Endişeli gözlerle bakıyor. 

"Nolcak şimdi Ender? Bir sürü insan yaralı… İki ölü var ya, inanamıyorum bu olanlara. Bilmem kaç milyon dolarlık proje. Şirketleri için çok önemli bir adımdı bu. Büyük kapılar açacakdı."

"Hayatım sakin ol. Yani tamam, büyük bir kriz ama eminim bir yolu bulunur. Yani bu işin arkasında başka bir şey var. Bu adamlar ilk defa inşaat yapmıyor ki bir gecede küt diye çöksün"

"Nasıl yani? Komplo mu diyorsun?"

"Bence öyle. Rakiplerden biri yapmış olabilir, önlerini kesmek için"

Ege yanımıza geliyor. Elinde bir viski… Bir de sigara yakıyor. Hiç konuşmuyor. Korkuluklara ellerini koyup öyle uzaklara bakıyor. Eliz, Ege'nin bu sakinleşmiş halinden ötürü olsa gerek Ege'ye gelişme olup olmadığını soruyor.

"Herşey karmakarışık… Babam Rusya'da… Rusya'daki şirket müdürü ifade veriyormuş saatlerdir. Çalışanların aileleri bir taraftan bastırıyorlarmış. Basın zaten baş belası…"

"Ege işine karışmak istemem ama bu bir komplo olabilir. Basını itmek yerine olandan bitenden haberdar edip yönlendirirseniz sizin lehinize olur. En azından bunun bir komplo olduğundan şüphe ettiğinizi söyleyin. Sıcağı sıcağına açıklama böyle bir açıklama yapmak da fayda var"

"Bilemiyorum, haklı olabilirsin. Keşke bunla bitse…"

Ege yeterince zeki, olgun ve donanımlı bir adam olsa da böylesine bir krizi tek başına çekip çevirebilecek bir konumda değil. Şu an tam olarak yürümeyi yeni öğrenen bir çocuğun ilk kez düştüğündeki çaresizliğini yaşıyor. Uçak saati yaklaşınca onları havaalanına bırakıyorum. Eliz'le fazlasıyla bir burukluk içinde ayrılıyoruz. Onlar gidince bende kendime bir San Francisco bileti alıyorum. Bir kaç saat havaalanında oyalandıktan sonra atlayıp gidiyorum. Uçak da tekrar çocuksu korkulara kapılıyorum. Kaybetme korkusu kaplıyor içimi. Ölümü düşünüyorum en çok da. Ailemi ve arkadaşlarımı düşünüyorum. Hayatın bizi ters köşeye yatırmak için hazırda tutabileceği felaketleri düşünüyorum. Tüylerim üreperiyor. Aklıma Şems'den bir söz geliyor ve ufacık da olsa beni rahatlatıyor.

"Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişelenme.
Ne bilirsin hayatın altının üstünden daha güzel olmadığını…"

20 Eylül 2014 Cumartesi

İşler güçler...

Böyle çok mutlu veya huzurlu olduğumda tam mutluluğun veya huzurun doruklarındayken bir korku kaplar benim içimi. Hayatta hiçbir şey kusursuz gitmez çünkü. İlla ki bir yerden fire verirsin. Korkuyorum, bir yandan kendimi rahatlatacak bir şeyler arıyorum. Aslında aşk adına bunca hezimetin ardından Eros'un bu kıyakığı bana geçmesinde bir sakınca yok. Hem zaman gösterecek her şeyi… Benim bu anlamsız paniklerim, telaşlarım… Elif'e doğru bakıyorum. Öylesine huzurlu ki. Belki de insan kazandıkça değil de kaybettikçe özgürleşiyordur. Üzerindeki yüklerden arınıyorsun bir nevi, kaybetmekle yüzleşiyor ve savaş veriyorsun. Bu muazzam sahil evinde yaşayıp denize girememek, sabah koşusuna çıkamamak, arkadaşlarını davet edip çılgınca partileyememek… Elif bunlardan geçmiş.  Bunlara özlem duymak yerine hayatın küçük ama güzel detaylarından keyif almayı başarmış. Bizler ne kadar da hoyrat davranıyoruz hayata. Kafam da bunları ölçüp tartıp konumlandırırken Elif'in sesiyle son buluyor hepsi.

"Arkadaşların ne zaman dönecek Türkiye'ye?"

"Aslında bilmiyorum. Son zamanlarda kendimle öylesine ilgilyim ki bunu sormak hiç aklıma gelmedi"

"Sen soru soran bir tip değilsin zaten? Bir kadın için oldukça değişik bir özellik"

Gülümsüyorum. Doğru ben soru sormayı da bana sorulmasından da nedense hiç hazzetmiyorum. Anlatırsan dinlerim, anlatmak istersem dinletirim, felsefe bu. Eliz'de öyledir. Fazla soru sormaz. Anlatması için de soru beklemez. Sahi ya Eliz demişken nerde o ? Gece geleceklerdi, gelmediler. Kalkıp bir paçavra gibi kenara attığım telefonumu aramaya koyuluyorum. Eliz'den tek bir mesaj…

"Ege kendisini pek iyi hissetmiyor. Eşyaları topladık.
Beverly Hills'deki Four Seasons'da kalıyoruz. Görüşürüz…"

Hislerim bir şeylerin baya bir yanlış gittiğini söylüyor. Kavga etmiş olsalar bile böyle bir mesaj atmaz. Eliz için fazla resmi ve soğuk bir mesaj. Ne yapacağımı yine bilemez haldeyim. Elif yüzümün düştüğünü görüyor.

"Kötü bir şey yoktur umarım"

"Bende öyle umuyorum"

"Bizim yapabilceğimiz bir şey var mı?"

"Yok teşekkür ederim ama ben gitsem iyi olacak"

Elif abisini çağırmaya gidiyor. Bende hızlıca masayı topluyorum. Ne olmuş olabilir bilmiyorum. Belki de benim hüsnü kuruntum… Ender aşağıya iniyor. Yüzünde mahcup bir ifade… 

"Kusura bakma. Malum saat farkı babamında içini dökesi varmış sanırım"

"Yok rica ederim. Bende Eliz'lerin yanına gideyim ayıp olmasın"

"Peki. Şöför kapıda rahatsız olmazsan o bıraksın seni"

"Yok olmam da bir taksiye binerdim ben"

"Ne gerek var canım"

"Pekala. Teşekkür ederim herşey için. Çok keyifli vakit geçirdim"

İkisiylede vedalaşıyorum. Gri bir Bentley ve siyah takım elbiseli bir şöför var kapıda. İkisi de arkamdan el sallıyor. Utanarak biniyorum. Ailemin ekonomik gücü Türkiye şartlarına göre yüksek olsa da bu kadar uzun boylu değil. Zaten fazla mütevaziler satınalma güçleri olsa da almıyorlar. Babam oldum olası işine yatırım yapar hep. Hiçbir zaman üçkağıtçılıkla hak yiyerek kazanmadı parasını. Bana öyle geliyor ki bunun için ayakları hiç bir zaman yerden kesilmedi. Şimdi beni bu arabanın içinde o evden çıkarken görse oldukça şüpheli gözlerle bakar bu insanlara. Bana da öyle geliyor ki böylesine bir yaşam kara para olmadan yaratılacak bir yaşam değil. Maalesef ki dünyanın neresine giderseniz gidin her yerde aynı. Bu da benim en korktuğum şey. Kimseye peşkeş çekmeden kimsenin hakkını yemeden tam anlamıyla namusuyla çalışıp kazanmış bir adamın kızıyım ben. Başka türlüsünü bilmeyiz, aklımız ermez. Hayatıma giren insanları da ona göre seçerim. Tabiki de belli bir standart da olsun da temiz para olsun. Baya ninem gibi "helal kazanç" diye tutturmuş gidiyorum ama elimde değil. Benim en kısa zamanda bu adam neyin nesi öğrenmem lazım. Gerçi daha ortada fol yok yumurta yok… Ya olursa? Yine bir kezbanlık abidesi olup çıkıyorum adeta. O değil de benim çalışasım artık. Bir iş kursam bari burda. Nereye kadar öğrencilik? Herşeyi bırakıp Türkiye'ye mi dönsem acaba? Olur mu öyle şey canım ! Dur ben burda bi işler bulayım onları kovalayım biraz. 

Otele vardığımda bizim damadın da kesinlikle madde bağımlısı olduğunu düşünüyorum. Bu otelin gecelik oda fiyatına ev kiralarsın be. Yukarı çıkıyorum. Eliz tadsız bir şekilde kapıyı açıyor. Ege gözlerini tavana dikmiş, elleri ensesinde kara kara düşünüyor. Sorgular gözlerle bakıyorum. Eliz kolumdan çekip "Rusya'daki AVM inşaatı göçmüş. Ölüler ve yaralılar varmış" diyor. 

18 Eylül 2014 Perşembe

Külkedisi

Malibu Beach - Los Angeles

Ana rahmine geri dönmeyi amaçlayan iki büklüm uyku pozisyonundayım. Başım nasıl sert ve yüksek bir yerde bilmiyorum. Tek bir tıkıtrtı yok, fazla sessiz. Sadece dışardan dalga sesleri geliyor. Gözlerim tavanda dün gece geldiğim evin tavanı bu. Verev, yüksek ve ahşap… Hafifçe başımı yana doğru çeviriyorum. Boynum tutulmuş ağrıyor. Yastık niyetine başımı koyduğum yer tam olarak Ender'in bacağı… Başını koltuktan geriye doğru atmış. Yavaşca doğruluyorum. Her yerim kaskatı kesilmiş. Ender kalktığımı hissedip bacağını uzatıyor ama uyanmıyor. Oldukça derin bir uykuda… Böyle zamanlarda ne yapacağını bilmemek, sıkışıp kalmak ne büyük çaresizlik. Başım kazan gibi. Sen iki günlük tanıdığın adamın evinde ölümüne kafayı çek, aferin sana! Hoş, gayet keyifliydi. Hiç durmadan sohbet ettik, güldük, eğlendik. Şu an koltukta ağzı yarım açık yatan adam aslında fena bir adam değilmiş. Kalkıp su içmek için mutafağa gidiyorum. Minik hareketlerle bardak ve su ikilisini buluşturmaya çalışıyorum. Bir sesler geliyor, irkiliyorum. Arkamı dönüyorum. Koridora doğru bakıyorum. 20'li yaşlarının başında bir kız ve bir tekerlekli sandalye… Ender'in kız kardeşi Elif. Dün gece ondan bahsetmişti. Birlikte geçirdikleri bir trafik kazası sonucu artık yüreyemediğini, kendisini suçlu hissettiğini… Burda olduğunu söylememişti. Ne büyük ayıp… Bana doğru yaklaşıp gülümsüyor.

"Aaa… Günaydın. Ben Ender."

"Günaydın. Ben de Elif. Memnun oldum. Abimle adaş olmanız güzel tesadüf olmuş"

"Evet ilk bende baya şaşırmıştım buna. Alışkın değilim adaşlarımla tanışmaya"

"Kahvaltı hazırlayalım mı birlikte?"

"Olur, tabi…"

Omlet yapmaya karar veriyoruz. Sonradan farkediyorum. Ev tamamıyla Elif'in rahat edebilmesi için düzenlenmiş. Buzdolabının üst raflarında içki şişleri var. Alt raflarda ise Elif'in kolaylıkla ulaşabilmesi için yiyecekler ve meşrubatlar… Ocak diğerlerine göre oldukça alçakta konumlanıyor. Elif'in neyi yapıp yapamayacağını kestiremediğim için itinalı davranmaya çalışıyorum. Bu hassasiyetimi sezdiği için beni mutfakta o yönlendiriyor. Bana ricalarda bulunuyor. Bunun dışında hiçbir şey konuşmuyoruz. Açık mutfağın salona bakan tezgahında domatesleri kesiyorum. Elif ocağın başında omletle uğraşıyor. Ender'den kocaman bir enseme nidası duyuluyor. Mutafağa arkası dönük olan koltukta şöyle bir doğrulup bana doğru dönüp bakıyor. Göz göze geliyoruz. Sabah mahmurluğuyla birlikte annesine hayanlıkla bakan bir çocuğun ifadesi var yüzünde. Yüzünü, gözünü ovuşturarak mutfağa geliyor. Elif'i öpüyor.

"Kızlar, ne çabuk kaynaşmışsınız"

"Misafire iş yaptırmak olmuyor tabi ama midemizin gurultusu bizi kaynaştırdı diyebiliriz"

"Bizim Meksikalı bugün gelmeyecek mi?"

"Yok, kızı rahatsızlanmış. Senin bugün evde olacağını düşünerek, tamam dedim"

"Evet evet, bugün iş yok. Bugün evin tadını çıkaralım"

"Keyfini bozmak istemem ama bugün babamla Skype toplantınız var. Hatta 15 dakika sonra başlayacak"

"Aman be Elif… Bir gün de bir şeyi unut be kızım"

"Ben unutsam babam unutmaz. Kurtuluşun yok. Hadi Allah kolaylık ve sabır versin"

Ender ağzına bir şey atıp koşa koşa üst kata çıkıyor. Ben öyle evde yokmuşum gibi hissediyorum kendimi. Onların dünyalarına uzak ve neden orda olduğu belli olmayan bir tip. Elif samimi bir kız. İç huzuru yüksek. Benim varlığımdan rahatsız olmadığını hissedebiliyorum. Abisinin benim için pozitif şeyler hissettiğini düşünüyor olacak ki Ender gittikten sonra sohbet etmeye başlıyoruz. Bir adım daha samimileşiyor bana karşı. Babasının ne kadar dakik bir adam olduğunu çok fazla konuştuğunu anlatıyor esprili bir şekilde. Burda yaşamayı istememişler. Arada gidip geliyorlarmış. Elif'de sonbahar ve kış aylarında buraya geliyormuş. Evde Meksikalı bir yardımcıları varmış. Adı Maria'ymış. Abisiyle ve işleriyle ilgili ser verip sır vermiyor adeta. Bende kurcalamıyorum. Dün gece Ender'de ne kendinden ne de işinden bahsetti. Açıkçası merak etmeme rağmen fazlada kurcalamadım. Genel kültürüyle, esprileriyle, beni anlamaya çalışmasıyla beni yeterince etkiledi. Bazı insanlar dışardan ne kadar farklı gözüküyorlar. Ender de sanırım benim için aynı şeyi düşünüyor. Kahvaltıyı verandadaki o büyük yemek masasına hazırlıyoruz. 

"Omlet soğur diye getirmedim"

"Ooo… Abimi beklemeyi düşünüyorsan akşam yemeği hazırlayalım. Babam şimdi onu fena kitler"

Ender'i beklemeden kahvaltımızı yapıyoruz. İnanılmaz güzel bir andayım. Okyanusun dibinde ışıl ışıl bir gün… Oldukça güzel bir ev ve veranda… Elif'in sohbeti gittikçe daha da keyif veriyor. Bana gidip Türk kahvesi bile yapıyor. Adeta dün gece merdivenlerden inerken ayakkabısını düşürmüş külkedisiyim. Prens beni bulmuş ve sarayına getirmiş. Bu adam bana ne yaptı da bir gecede herşey bu denli değişti acaba? Ne zenginliğini ne yakışıklılığını umursuyorum. tek istediğim aşağıya inmesi ve kocaman siyah gözleriyle bana gülümsemesi… 


Yangın var

Los Angeles

Eve dönüyorum. Aceleyle tüm ışıklar açık kalmış. En sinir olduğum şeylerden biri. Emekli albaylar gibi böyle fuzüli harcamalara pek bir ayar oluyorum ben. Aklımda bu geceki karşılaşma ve Densiz'in o kocaman siyah gözleri… Böyle çocuksu bir ifade var gözlerinde belki de düşük kaş yapısı ona bu ifadeyi katıyordur. Suratının bütüne baktığında bu adamın hiç bir masum tarafı yok. Ha olması da gerekmiyor zaten. Elimi yüzümü yıkamak için banyoya giriyorum. Üstümdekilerden kurtuluyorum. Öyle aynaya bakıyorum. Yüzümü inceliyorum. Doğruluyorum kollarımın ne kadar kalın olduğunu, göbeğimin keşküle döndüğünü, gıdımın yavaştan çıkmış olduğunu, burnumunda tombik olduğunu düşünüyorum. Kaşlarımı aldırmayalı ne kadar oldu acaba? Allah'tan ki uzun ve vücüduma göre oldukça ince bacaklarım var.

İçerden bir tıkırtı geliyor. İrkiliyorum. Yavaş yavaş salona gittiğimde mumların şamdandan düşmüş olduğunu ve masa örtüsünün yandığını görüyorum. Kalbim hızla çarpmaya başlıyor. Bunun üzerine dairedeki yangın alarmı çalmaya başlıyor. Anaaam yangın var! Evde deli gibi yangın tüpünü aranıyorum. Gözüm bir taraftan yanan masa örtüsünde… Bir parçası yanarak kopup halının üstüne düşüyor. Alevler yükseliyor. Sıcaklık artıyor. Ben soğuk soğuk terliyorum. Ahşap masa içten içe yanıyor. Yangın tüpünü bulamayınca büyük su şişlerini alıyorum. Yanana halının üstüne atıyorum. Biraz diner gibi oluyor ama sonra tekrar yükseliyor. Yarım açık kalmış camdan rüzgar estikçe daha da alevleniyor. Uzaktan gelen itfaiye seslerini duyuyorum. Elime bir geçen ilk tişörtü ve telefonumu alıp dışarı fırlıyorum. Ben aşağıya indiğimde binadaki herkes dışarı çıkmaya başlıyor. İtfaiye, polis ve ambulans kapıya yanaşıyor. Bağırarak kaçıncı katta olduğunu söylüyorum. Bir polis ve hemşire hızla yanıma geliyor. Koluma girip ambulansın içine götürüyorlar. Dizlerim titriyor. Yüreğim daralıyor. Farkında olmadan iyi duman yemiş olucam ki öksürüyorum.

"Sizin eviniz miydi?"
"Eee… evet, kiralamıştık"
"Evde şu an birisi var mı?"
"Hayır yok"

Biraz su verip beni yatırıyorlar. Bu sırada Ege'yi arayıp haber vermelerini rica ediyorum. Yok nabızdı oydu buydu, bakıyorlar. Hastaneye gitmenin iyi olacağını söylüyorlar. Ben iyiyim deyip ayağa kalkıyorum. Anlaşılan Santa Monica'da bana huzur yok ne zaman gelsem bir kavga kıyamet bir yangın… Ambulansdan dışarı çıkıyorum. Bir polis ve bir itfaiyeci yaklaşıyor. Nasıl olduğunu soruyorlar, anlatıyorum. İtfaiyenin tespit ettikleriyle aynı olduğu için karakola gitmeden ifademi imzalıyorum. Eliz koşarak yanıma geliyor.

"Ender'im iyi misin?"

"İyiyim iyi… Biraz ateş bastı o kadar. Yalnız başıma da sokaklarda oturmayım diye bu arkadaşları çağırdım"

"Ah yavrum… Nasıl bir şoktaysan artık… Allah korusun"

"Senin bebeklerin yanmadı merak etme"

"Ay aşk olsun Ender, onu mu düşünmüyorum ben şimdi"

"Şimdi değil ama 5 dakika sonra aklına ilk gelenler olacak utanıp sormaıcaksın da için içini kemirecek, bilmez miyim ben seni"

Gülüşüyoruz. Böyle fena durumlarda olayı hafife almak ve ciddiyeti görmezden gelmek Elizle yaptığımız bir şeydir. Zaten böyle olabildiğimiz için hayat onunla daha kolay geliyor bana. Ege ve Densiz geliyor telaşlı telaşlı. Gülüştüğümüzü görünce nasıl olduğumu sormalarına gerek kalmıyor. Ege ve Eliz evdeki eşyaları almaya gidiyor. Ben Densiz'in arabasına bindiriliyorum. Beni tam olarak nereye götürdüğünü bilmiyorum ama Malibu tarafına doğru gidiyoruz.

"İyi ki çabuk farkına varmışsın, değilse Allah korusun"

"Bakma cool gözüktüğüme bildiğine üç buçuk attım. Yangın tüpünü aradım, bulamadım. Eminim bakıp da görmemişimdir panikten. Sonra baktım olcak gibi değil üstüme bir şey aldım ve çıktım"

Bunu der demez üstüme bakıyorum ki Eliz'in plajda giydiği kocaman delikli bir tişört ve altımda kırmızı bir donlayım sadece. Ayağımda terlik bile yok. Densiz de şöyle göz ucuyla bakıyor. Nasıl bir utanç anlatamam. Keşke yanaydım o alevlerde…

"Allah kahretmesin. Allah beni bildiği gibi yapsın"

"Ya tamam dur gayet normal ev hali, panikle üstüne başına mı bakacaksın. Bagajda havlu var. İnerken onu vericem ben sana. Bitti, gitti. Hemen eve gircez zaten. Egeler de eşyalarını getirecek"

İnsan bir kere düşmeye görsün arkadaş, Densizin maskarası olduk resmen. Malibu Beach'de ocean-front bir ev… Komşularına göre oldukça küçük ve mütevazi ama iki yandaki evde Jennifer Lopez oturuyor olabilir öyle bir muhit. Toprak renkleriyle zevkle ve sade döşenmiş. Yüksek tavanlı… Verandasında bir jakuzzi, upuzun bir yemek masası ve sahilden tarafa kurulmuş bir otuma alanı var. Ev oldukça düzenli ve temiz ama yaşam belirtileri var. Vazoda taze çiçekler, yarım bırakılmış bir kahve ve iki gün öncesinin gazetesi gibi. Ben çaktırmadan göz ucuyla evi tararken bir taraftan bu Densiz ne ayak böyle diye düşünüyorum. O sırada omuzlara yavaşca bir hırka konduruluyor. Dönüyorum. Elinde bir de bir şort tutuyor.

"Kız kardeşimin… Temiz olduğuna şüphem yok"

"Teşekkür ederim. Senin de gecen mahvoldu böyle"

"Yok canım nolacak. Her gün birinin evi yanmıyor sonuç da.. Club hikayesi anlatmaktansa bunu anlatmayı yeğlerim"

"Töbe töbe… Senin arkadaş muhabbetine sakız olmak da varmış kaderde"

"Biraz dışarı çıkmak ister misin? Dalgaların sesini filan dinleriz burda yaşayan çiftlerin yaptığı gibi"

Olur anlamında başımı sallıyorum. Çift dedi, biz çift değiliz ki… Neden öyle dedi ki şimdi? Benden hoşlanıyor olabilir mi? Yok, canım ne alakası var. Yangın falan kafam dağılsın diye şey yaptı. Burası bunların mı gerçekten? E kız kardeşinin şortunu verdi. Ya kız kardeşinin değilse ? Yok aile fotoğrafı vardı içerde. Bu bana bakmaz ama ya. Adam hem yakışıklı hem zengin… Bırak Türk kızını ağzının tadına göre istediği her türlü kadını dakikasına alır. Abartma o kadar da yakışıklı değil. Amaaan yakışıklı ve zengin olsa ne karaktersizin teki işte. Onu da nerden çıkardıysam iki kere görmüşüm daha. Dur, tabi ya… Bu gece ekmek çıkaramadı tabi yangın falan… Düştüğün yerden bir avuç toprakla kalk dedi. Elinede ben geldim haliyle. Sallayıp gidecek beni. Neyse o da uyar bana. Tek gecelik aşklar benden sorulur. Abartmasam mı acaba? Böyle feleğin çemberinden geçmiş gibi, töbe töbe… Bedenimi kurtarmış olabilirim ama beynim bu düşüncelerle gittikçe ısınıyor, ısınıyor ve yanıyor.



17 Eylül 2014 Çarşamba

Tesadüf

Los Angeles

Geldiğimizden beri Elizle Ege birbirlerine tekrar tekrar aşık olarak dönüyorlar eve. Bense bütün günümü balkonda geçiriyorum. Böyle sıcak aile dizileri, filmleri seyrediyorum. İçimi ısıtıyor. Hayatımın soğukluğunu farkediyorum. Etrafımdakilere ne kadar bencil ne kadar kapalı yaklaştığımı… Romantik komedilerde aşk nasıl sürrealse bu sıcak aile dizileri, filmlerindeki insanlık da şimdi bir o kadar sürreal… 

Eliz ellerinde milyon tane torbayla içeri giriyor. Ardından Ege giriyor ellerinde torbalarla. Rodeo Drive'daki ev fiyatına kılık kıyafet ayakkabı çanta satan dükkanların hepsine girilip çıkılmış anlaşılan. 

"Eliz'im ailen baya genişlemiş bugün. Yeni çocuklar edinmişsin"

"Ayyyy evet… Kocaman bir aile olduk. Ruhumun ait olduğu yeri buldum bugün"

"Ege'nin ölü bedenine ait bir yerde baksaydınız. Çocuğun gözünün feri sönmüş yahu"

"Ona paramız yetmedi. Bi daha ki sefere inşallah"

Mutfağa girip yemek hazırlamaya koyuluyorum. Eliz tek tek aldıklarını gösteriyor bayramlık alınmış çocuk gibi. Ege koltuğa uzanmış banka hesabından bir yıldız gibi kayan sıfıları düşünüyor. Menümüz de rosto ve patates püresi var. Biraz salata… Biraz peynir ve tabi ki şarap… Balkona açılan sürgülü kapılar sonuna kadar açık. İçeri giren esinti ve tuzlu kokuyla ayaklarımız adeta okyanusa değer gibi. Fonda James Brown'nun eşsiz sesi ve şarkıları… Eliz'in defilesi sona erince bana yardım etmeye başlıyor. Özenli bir sofra hazılanıyor. Ege kendini toplamak için duşa giriyor. Sofrada birkaç mumdan başka hiç bir şey eksik değil. Eliz bu konuyla ilgilenirken bende şarabımızı seçip açmaya koyuluyorum ki ne göreyim beline sardığı havluyla vücudundan süzülen sularla Ege çıkageliyor.

"Aman yarrabbi… Sen iyice laçkalaştın. Tövbeler olsun"

"Ya kızım bi dur… Kızlar beklediğimiz an geldi"

"Bizim beklediğimiz bir an mı vardı?"

"Evet, Andy aradı az önce. Bu gece bişeyler yapalım dedi"

"Andy kim la? Ünlü biri de ben mi tanımıyorum?"

"Eliz bahsetmiş ya sana… Şu benim iş için görüşmek istediğim adam işte"

"Türk değil miydi bu adam?"

"Türk de, adı neden Andy onu bilmiyorum"

Eliz lafa giriyor.

"Eee… Ne zaman buluşcaz?"

"Saat 9'da West Hollywood'da buluşuyoruz. Adresi attı"

"Ayy o zaman hadi hemen yiyelim şu yemeği de hazırlanalım"

"Aynen… Aynen. Geç kalmayalım"

O güzelim sofrada amele gibi çalakaşık yemek yiyoruz. Ege'de bir telaş… Sanki görücüye çıkacak. Eliz   hevesle yeni aldığı bebeklerinden birşeyler seçmiş. Hardal sarısı tek omuzlu derin yırtmaçlı uçuş uçuş ipek bir elbise, ben bir Cavalli'yim diye bağırıyor. Benim üstümde düz beyaz bir bluz, siyah jean ve topuklu ayakkabılar… Bunu gören Ege, Eliz'e kaş göz yapıyor. Beni kendimden utandırmaya yetecek, kısa süreliğine de olsa sinirlerimi yıpratacak bir konuşma başlıyor.

"Aaa olmaz. Bununla gidemezsin"

"Sebep?"

"Yavrum biliyorum, darlanıyorsun ama Ege için çok önemli. Bugün senin için de bir şeyler aldık biz. Beğenip giyersen çok mutlu oluruz"

"Eliz, abartmıyor musunuz? Yani evin beslemesi muamelesi yapıyorsun resmen şu an bana. Layık görmediysen gelmeyim canıma minnet. Kusura bakma yani tanımadığım ve zerre kadar umrumda olmayan biri için şu keyfimi bozuyorum sırf Ege rica etti diye. Kılığıma kıyafetime falan karışacaksanız vip eskortlar var böyle günler için onlardan birini ayarlasaydınız keşke."

"Ender aşk olsun. Tamam, haklısın. Özür dilerim. Nasıl istersen öyle gel"

Saat tam 9'da adamın dediği lounge'ın kapısının önündeyiz. Ayıp olmasın diye birşey sipariş etmiyoruz önce. Aradan 20 dakika geçiyor dayanamayıp bir şeyler ısmarlıyoruz. Asık ve gergin suratlarımız ilk içkilerimizle birlikte yerini keyfe bırakıyor. İkinci içkilerle tamamen neden orda olduğumuzu unutup muhabbete dalıyoruz. Şakalar, komikler havada uçuşuyor. Keyifler gıcır olunca Ege aşka gelip Eliz'i ateşli bir şekilde öpüyor. Bende bir utanmalar, sıkılmalar… Sonra gelecek adam için kezbanlar gibi heycan duymaya başlıyorum. Belki de hayatımın aşkıyla karşılaşırım. Nasıl biri acaba? Nasıl bir havaya bürünsem ki? gibi triplere giriyorum. Ege'nin telefonu çalıyor. Konuşmasından beklenen şahsın teşrif ettiğini, saniyeler içinde burada olacağını anlıyoruz. Ege heycanla kapıya bakıyor. "Aha… Geldi işte."

Arkamı dönüp bakmıyorum. Eliz'in yüzündeki muzip gülümsemeden iyi bir şeyin geldiğini anlayıp biraz daha heycanlanıyorum. Sonra bir anda içimdeki özgüvensiz Ender konuşuyor "sana bakmaz o…" Daha adamı görmeden umudumu kesip içime kapanıyorum. O balon gibi yükselen heycan bir anda sönüveriyor. Saniyesine gergin ve asık suratlı Ender geri geliyor ve 'keşke gelmeseydim' diyor. Ege yavaşca ayağa kalkıyor. Arka çaprazımdan bir adam yaklaşıyor. Kafamı yavaşca çevirip bakıyorum. Şok… Şok… Şok…

"Ya kusura bakmayın çok geç kaldım. Bu şehrin trafiği İstanbul'dan beter bazen"

"Önemli değil. Hoş geldin. Ege ben. Tanışmıştık gerçi yıllar önce. Nişanlım Eliz ve can dostumuz Ender"

Eliz ayağa kalkıyor, tokalaşıyorlar. Ben şaşkınlıktan ayağa kalkamıyorum. Yüzümü bile dönemiyorum. Sessilik oluyor. Bir iki saniyeliğine herkes bana bakıyor. Sonra kafamı yukarı çeviriyorum.

"Demek Andy'liğin Ender'den geliyormuş. Nasıl bir yaratıcılık, gerçek bir sahne ismi"

"Nasıl ya sen… Bi dakika… Şey de…  Dur, uçak da tanışmıştık"

"Dünya malesef çok küçük"

Elizle Ege anlamsızca bize bakıyorlar. Ege'nin suratında tanış çıkmamızın getirdiği bir rahatlık var ama yanılıyor. Eliz'in gözleri "işte tam filmlerdeki gibi bir aşkın başlangıcı" dercesine bakıyor ama yanılıyor. Ben evdeki rahatımı bozup buraya geldiğim için bir kez daha pişaman oluyorum. Andy'miş kendine lakap takmış bir de. Çinli sanki bir adını söyletememiş insanlara da Andy demiş, gerzekler derneğinin başkanı! Ukala ukala yanıma geçip oturuyor.

"Dünyanın küçüklüğüne dem vurmaktansa 'hayat, süprizlerle dolu' demeyi tercih ederim"

"Sizin söylemeyi tercih ettiğiniz şeylerle benim duymak istediklerim farklı olduğunu düşünüyorum"

Ege bir şeylerin ters gittiğini anlayıp lafa giriyor. Eliz sorgular gözlerle bana bakıyor. 

Ege: Harika kokteylleri var. Biz denedik, bayıldık. Sen ne içersin?

Densiz: Benim kokteyllerle pek aram yok ama tek buzlu bir viski süper olur.

Ege el, kol işaretiyle Türk üsulü garsonu çağırıyor. İçindeki hanzo ortaya yanarlı dönerli bir şey yaptırması gerektiğini söylüyor ama "little little into the middle" olmamak için söyleyemiyor. 

Eliz: Mekanı çok beğendik. Sık geliyor musun buraya?

Densiz: Evet, geliyorum. Hatta gece gezmesinde geldiğim tek yer burası diyebilirim.

Eliz: Ender de San Francisco'da yaşıyor. Biz çıkıp gelince o da sağolsun bize burda eşlik ediyor.

Densiz: Evet, tahmin etmiştim SF'de yaşadığını…

Ege: Sahi siz nerden tanıyorsunuz birbirinizi?

Harfi harfine oturup herşeyi anlatıyor. Ben tek kelime etmiyorum. Normal de olsa çoktan sinirimin geçmiş ve şu an olanlara gülüyor olmam gerekirdi ama o günkü konjoktörümde beni ağlattığını düşündükce sinirim bozuluyor. Daha sonra muhabbet Ege'nin kendisini ve şirketini övmesiyle geçiyor. Eliz muhteşem bir şekilde yardımcı kadın rolünü üstleniyor. Densiz ikisini de pek bir seviyor. Arada birkaç küçük laf çarpıtılıyor bana. En sonunda muhabbetten iyice soğuyup izin istiyor ve bir taksiye atlıyorum. Uçaktaki tanışmadan sonra tesadüflerin hiç beni bulmadığına ve tesadüflerin kurgusunda bir aşkın olmayacağını düşündüğüm aklıma geliyor. Bir de "en büyük aşklar nefretle başlar" sözü geliyor. Çok güçlü inanmasam da içimde bir yerlerde minicik bir kaç tane kelebek uçuşuyor, yüzüme bir tebessüm geliyor. 

16 Eylül 2014 Salı

Hotel California

Las Vegas'dan Los Angeles'a…

Son iki gündür kumarhaneden çıkmıyorum. Bir sürü kumarhane arkadaşım oluyor. Eliz'le Ege'yi başbaşa bırakıyorum. Bir bakıyorum zorlu bir kavga ardından sevgi yumağıi aşk pötürcüğü oluveriyorlar. Onların bu hallerini gördükçe 'yok anam yok… ben ilişki sürdürebilecek sıfatta bir insan değilim' diyorum. Tansiyonlar bir iniyor, bir çıkıyor. Belki debu yüzden bırakıyorum onları kendi hallerine. Zaten bir çiftle değil tatile gitmek, bakkala bile gitmemek lazım. Masum bir öpücük bile konudursalar birbirlerine saçma bir şekilde utanıyorum ben. Tripten tribe giriyorum, sinirlerim hırpalanıyor. 

Son gece hep birlikte yemek yemek için Ege'den olağanüstü bir ısrar geliyor. Ege ısrar ettikçe benim kafasına bir şey fırlatasım geliyor. Eliz ısrar etmemesi için kaş-göz yapsa da Ege durmuyor.

"Ender, benim güzel baldızım… Bak zaten geldiğimden beri hiçbir şey yapmadık birlikte. Ne çetin ceviz çıktın ya. Sadece bir yemek yicez."

"Bana baldız falan demesin bu. Şu tipine yakışıyor mu hiç?"

"Yabanisin, biliyorsun dimi?"

Eliz gerildikçe geriliyor. Ege'ye karşı fazla rahatlığımdan kaynaklanıyor aslında bu. Nedense onunla tanıştığımdan beri Eliz'in sevgilisi gibi değil de yıllardır tanıdığım bir arkadaşım gibi hissediyorum. Normal de insanlara karşı koyduğum mesafeleri Eliz'e koymadığım gibi Ege'ye de koymuyorum. Öyle olunca da istediğim kadar laf koyabiliyorum. Eliz gerilse de bizim birbirimizi sevdiğimizi biliyor. 

"Zaten şu Los Angeles'daki yemek konusu yeterince canımı sıkıyor. Bir de bana grup yapalım, hep birlikte yemek yiyelim gibi abuk fantazilerle gelme. Kumar oynayıp kaybettiğim 300 USD yi geri kazanmam lazım benim. Yedirtmem 300 kağıdımı Vegas'a…"

"Tamam. Ben sana vereyim 300 kağıdı. Gel hadi"

"Aaaa… Ne münasebed… Kons mu sandın oğlum sen beni? Gururumuzdan geri almak istiyoruz o parayı herhalde, fakirliğimizden değil"

"Pes doğrusu… Makinaya gurur yaptı kadın! Bu inatçılıkla tüm Vegas'ı satın alır bu ben sana söyleyim"

Eliz gülme krizine giriyor. Her zaman ki gibi onun bu krizden çıkması çooook uzun bir süre alıyor. Ben kumarhaneye onlar akşam yemeğine yollanıyorlar. Kaybettiğim 300 kağıdı söke söke geri kazanıp üstüne bir de 100 kağıt kazanıyorum. Vegas'da olan Vegs'da kalır felsefesiyle kazandığım 100 kağıdı kaybedene kadar oynuyorum. Bu da ayrı bir psikopatlık: kaybetmek için oynamak… 

Sabahın köründe otelden ayrılıp havaalanına gidiyoruz. 45 dakikalık yolculuğun sonunda Los Angeles'a iniyoruz. Kapıda biziz bekleyen üstü açık beyaz bir Maserati var. 

"Eliz'cim kiraladığım dediğin araba bu mu canımıniçi? Ben yokken sen Sabancı'lara ortak falan mı oldun annem?"

"Aaa… Yok ben altı üstü bir Toyota kiralamıştım. Sanırım Ege'nin işi bu…"

"Kızlar, Maserati'ye binmek için bu kadar düşünmeyin, atlayın hadi"

"Ayyy nasıl bir görgüsüz ayıyla birliktesin sen ya… Bu adamın içiyle dışı aynı dili konuşmuyor farkındasın dimi?"

"Öyle deme be… Yazık heves etmiş çocuk"

Santa Monica sahilinde okyanus manzaralı rezidansdan bir daire kiralamış bizim damat. Yeşil ve turuncu ağırlıkda bir modern dekorasyon. Geniş bir balkon… Şaraplık da kaliteli Kaliforniya şarapları… Buzdolabı 1. sınıf bir restoranın kullanacağı kalitede yiyecekle dolu... Eliz ile göz göze geliyoruz. Ege'ye tekrar tekrar aşık oluyor resmen. Ege durumun farkında biraz cool takılmaya çalışıyor ama sonra Eliz'in coşkusuna ortak oluyor.

"Ege, sen mafya falan mısın?"

"Ne alakası var kızım. Alnımızın teriyle çalışıp kazanıyoruz işte"

"O zaman yandın sen"

"Sebep?"

"Bu savurganlıkla yakında batarsın sen."

"Seni niye geriyor be kadın. Sen keyfine bak… Ben çalışıp yaşatırım sizi böyle"

"Bu da iyice kuma aldı beni senin üstüne Eliz"

Eliz, patlatıyor kahkahayı… "Ne güzel işte hep birlikte yaşarız"

Bu dalaşmalara bir son veriyoruz. Ege, tam bir beyaz atlı prens gibi atına Eliz'i attığı gibi Santa Monica sahilinde turlamaya çıkıyor. Ben balkona kuruluyorum. Biraz şarap biraz peynir… Bütün sahil şeridini taçlandıran palmiyeler… Uçsuz bucaksız bir mavilik… Konya Ovası gibi dümdüz ve upuzun bir plaj… Güneş tam olarak yüzümde… Okyanusdan gelen esinti güneşin yakıcılığını yumuşatıyor. Klasik belki ama kültlerden biri "Hotel California" fonda benim keyfime eşlik ediyor. Bundan yıllar önce tası tarağı toplayıp evden kaçışım aklıma geliyor.

Bir gün elime bir miktar para geçmişti. Eve gittim. Valizim öylece köşede duruyordu. Pasaportumu aldım. Amerikan vizeme baktım. O da öylece duruyordu. 15 dakika sonra elimde valizle evden çıkmıştım. Havaalanı ve en hızlı yoldan Los Angeles… O zaman Emre kısa bir süreliğine Los Angeles'da yaşıyordu. Aradığımda uzun bir süre bana inanmamıştı. İnandırmak için havaalanını tarif etmiştim. Beni almaya geldiğinde beklememi söylediği yerden ayrılıp saklanmıştım. Köşede onu izlemiştim. Arabadan inip heycanlı heycanlı etrafa bakmıştı. Nerde olduğumu sorduğunda "Nasıl şaka ama… Şapşal mısın ne işim olur benim orda internetten tarif ettim herşeyi" demiştim. Acayip sinirlenmişti. Arabaya geri binmek üzereydi ki çığlıklar atarak ona koşmuştum. Beni ilk getirdiği yer işte bu sahildi. Bizimkiler delirmişti. Babası Emre'yi aradığında anlamıştık bunu. Ona "zaman bu zaman  şimdi söyleyelim bizimkilere" dediğim de buna hazır olmadığını söyledi. Aşkından kendini yollara vurmuş sevgilisi değilmişim de küçük yaramaz kız kardeşiymişim gibi beni ilk uçakla geri yolladı. Uzun zaman bu yaptığını affedememiş olsam da sonra yine onu sevmeye devam ettim. 

Bütün bu saçmalıklar yavaşca aklımdan kayıp gidiyor. Kendimi tekrar huzurun kucağında sallanırken buluyorum. Ve yine bir dize geliyor aklıma "… dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı…"

İki yabancı

Las Vegas

Tanımadığım bir adam yanımda yatıyor. Telefonuma mesajlar geliyor. Kafam kazan gibi. Ardı ardına attığım tekila shotlardan kupkuru bir boğaz. Hangi oteldeyim tam olarak bilmiyorum ama oldukça lüks olanlarından bir tanesindeyim. Bununla da kalmıyor aynı zamanda üst katlardaki pahalı odalardan biri. Öylesine yukardayız ki odaya giren güneş kemiklerime kadar nüfuz ediyor. Buz gibi bir yatak… "İki yabancı, birlikte ama yalnız…" Gece ateşli sevişmenin ardından ne kadar da anlamsız şu an herşey. 

Oysa ki bakmaya doyamadığın bir adam olmalı yanında göğsünü sana yastık yapabilecek bir adam. Uyandığında "sende kimsin" gibi sorgular gözlerle bakmak yerine sımsıcak gülümseyecek ve minik bir öpücük kondurabilecek bir adam. Yataktan hiç çıkmak istemeyeceksin. Bütün günü çırılçıplak o bembeyaz yumuşacık yatakta geçireceksin. Sohbetler edip gülecek, aşka gelip sevişeceksin. Akan makyajın, katlanmış göbeğin veya yüzündeki sivilcenin hiçbiri önemli olmayacak. Sana her baktığında sadece aşkla dolu tertemiz kalp görebilen derin gözlü bir adam olmalı. Yaşadığınız her türlü probleme rağmen seni bırakmayan, kapıyı çekip gitmeyen, sağlam duran bir adam olmalı. Gelecekle uğraşmayan ama sonsuz olabilecek bir adam olmalı. Her dakikası öyle huzurlu olacak ki nazar değmesin diye içinden "Allah korusun" deyip o adamla olduğun için şükredeceksin. 

Beni bütün gece prensesmişim gibi ağırlayan bu adam şimdi bir kurbağa ben ise bir balkabağı… Pencerenin kenarında muazzam manzaralı bir jakuzi duruyor. Geceden kalma şarap kadehleri, biraz meyve… Ne dağıtmışız arkadaş donum ayrı yerden küpem başka bir yerden çıkıyor. Sessiz sedasız hazırlanıyorum. Tam çıkmaya hazırlanırken adam uyanıyor.

"Günaydın…"

"Günaydın… Nereye gidiyorsun?"

"Eee ben otelime gidiyorum. Arkadaşım merak etmiş"

"Bekle ben seni bırakayım"

"Yok, teşekkür ederim. Ben kendim giderim"

"Ne kadar ilginçsin. Hiç senin gibi bir kadınla birlikte olmamıştım. Muhteşem bir geceden sonra böyle harika odadan hiç bir şey söylemeden çıkıp giden bir kadın… Çok acayip"

Şimdi ben senin bildiğin kadınlardan değilim demeyim de ne diyeyim ben bu adama. Yalandan bir telefon numarası uyduruyorum. Ara da bulasın… Sonra teşekkür edip çıkıyorum. Bir taksiyle kendi otelime yollanıyorum. Odaya giriyorum. Bir de ne göreyim Eliz'in yanında bir adam yatıyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Öylece girş de duruyorum. Eliz uyanıp yanıma geliyor. Böyle eli yüzü şişmiş ama saçma saçma sırıtyıyor. Fısıtıyla "Ege geldi" diyor. 

Vay anasını arkadaş… Adam kızı Vegas'da yalnız bırakmamak için New York'dan kalkmış gelmiş. Erkeklerin en büyük derdi sevgilisinin bekar kız arkadaşları sanırım. Bekar kız arkadaşların en büyük derdi de arkadaşlarının sevgilisi… Biz ne güzel hızımızı almış gidiyoruz, eğleniyoruz. Neden içine ediyorsun be arkadaş? Eliz'in yüzünde biraz sıkıntılı olsa da yine de mutlu bir gülümseme var. 

"Yaa şey aslında Los Angeles'da çok önemli bir görüşme ayarlamış. Burdan birlikte geçeriz diye düşünümüş. Sabaha karşı geldi. Allah'tan gece bir saçmalık yapmamışım yoksa şu an ölmüş olabilirdim. Ha bu arada bu görüşmede senin ve benim de olmamı istiyor"

"O ne öyle ya… Benim ne işim olur Ege'nin iş toplantısında?"

"Aslında tam bir toplantı gibi değil sanırım. Adamı bir arkadaşı tanıyormuş. Bir kere karşılaşmışlar Türkiye'de. Şimdi de dostane bir şekilde muhabbet ilerletip iş bağlantısı kurmaya çalışıyor"

"Ne çetrefilli, saçma sapan networking çalışmaları bunlar ya…"

"Evet biraz garip ama yapcak bir şey yok. Senin iş hayatıyla ilgili muhabbetini Ege çok seviyor, biliyorsun. Yardım etsen nolur ?"

"Ederim de önce bana bir oda tutsun. Gelmiş sığır gibi yatmış yerime. Zaten ölüyorum yorgunluktan."

"Senin odan hazır bebeğim. Hemen yan oda… Hadi gidelim de dün geceyi anlat"

15 Eylül 2014 Pazartesi

Sahte ve Güzel

Las Vegas


Keyifler on numara… 
Üç-beş tekila shot, bir kaç kadeh şarap… 
Eliz'in üstünde sırt dekolteli beyaz mini bir elbise… Bronz bir makyaj, yeşil gözler daha da belirginleşmiş. 
Bende göğüs dekolteli, siyah mini bir elbise… "Smoky-eyes" göz makyajı… Saçlar maşalı… 
Son derece elegan havamızdan yanımıza varılmaz birhaldeyiz. 

Kumarhaneye iniyoruz. Yaldır yaldır "sex and the city" makinasını arıyoruz. Hiç bir zaman yanılmadığım gibi yine yanılmıyorum. 5 koyup 100 alıyoruz ve yola devam ediyoruz. Kumar tamamen büyümüş ve çocukluğunu unutmuşların işi. Kazanıp kaybetmeyi, umud etmeyi, çocuksu ve anlamsız hırsa bürünmeyi yaşıyor insanlar burda. Gerçek bir bağımlılık yaratıyor. Bütün sistem ona göre kurgulanmış zaten. Sınırsız bedava içki… Sürekli olarak seni ayık tutan havalandırma… Bir kazandıran iki kaybettiren makinalar, oyun masaları… 

Wynn otelin içindeki XS Cluba gidiyoruz. İnanılmaz bir kuyruk var. Eliz korkulu dolu gözlerle bana bakıyor.

"Ben hayatta bu sıraya girmem. Allah'ım herşeyi düşünüp bunu nasıl düşünemem ben"

"Aynen ya. Los Angeles'daki arabaya kadar organize etmişsin, en önemlisini atlamışsın. Net söyleyim bu sıra en erken iki saat sonra filan biter"

"Dur, şey yapalım… Bilemedim, napalım?"

"Depresyonda olabilirim ama henüz ölmedim. Merak etme…"

Hin hin birbirimize gülümsüyoruz. Ben ve godomanlıklarım dillere destandır. Dünyanın neresinde olursa olsun, her daim godoman kalabilmiş bir insanım. Gerçekten bazen erkek olmalıymışım  diye düşünüyorum. Baya sağlam kıro olurmuş benden. 

Çantamı açıp bir yüzlük alıyorum elime. Bütün o çılgın sırayı emin adımlarla geçip yarım dünya izbandut, suratsız, sevimsiz ve lanet bodyguard'a yaklaşyorum. Yüzümde kendinden emin bir gülümseme… Hiç bir şekilde gülümsememe aldırş etmeden elini havaya kaldırıyor ve bana sıraya girin diyor. Hiç bozmuyorum. Yaklaşıyorum. Elimi uzatıyorum. Parayı görüyor ve elini uzatıyor.

"Seni burda gördüğüme sevindim. Uzun zamandır görüşemedik. Umarım iyisindir. San Francisco'ya gelirsen mutlaka görüşelim"

Hiç bir şey söylemiyor. Güvenlik bandını açıyor ve içeri giriyoruz.

"Ender, bu adamı tanımıyorsun, dimi?"

"Tabiki hayır! Ne işim olur. Sadece beni tanıdığını düşünmesini ve rüşvetimi almasını sağlamaya çalıştım. Özellikle Vegas'da rüşvet hassas bir konu. Herkes eğlenmeye geliyor ve bir sürü insan bu adama rüşvet teklif ederek içeri girmeye çalışıyor. Bu da imkansız ama beni tanıdığını düşünürse rüşveti alır, ki öyle de oldu zaten."

"Ya seni tanımadığını söyleseydi"

"Söylemez ki bir sürü insan tanıyor bu adamlar. Eminim bana çok benzeyen birini tanıyordur"

İçeri giriyoruz. Yüzlerce insan kendilerinden geçmiş dans ediyor. Yarın yokmuşcasına içip eğlenmek…  Bara doğru ilerliyoruz. Elimizden, kolumuzdan tutup dans etmeye çalışanlar… İsim ne diye soranlar… Burda dünya çirkini olmadığı sürece bir kızın yalnız kalması mümkün değil. Alkol sen nelere kadirsin. Eliz'le klasik birbirimizi sarhoş etme taktiğimizi uyguluyoruz. Ardı ardına shot'lar söyleyip "dibini görmeyen sevdiğini görmesin" diyor ve içiyoruz. Dansçı kızların biri dans ettiği platformdan iniyor. Eliz'le göz göze geliyoruz ve hiçbir şey demeden platforma doğru ilerliyoruz. Kafam bomboş ! Hiçbir şey düşünmüyorum. Kim olduğumu, nerden geldiğimi nereye gideceğimi, yarın ne yapacağımı… Hiçbiri yok. Sadece o ana odaklıyım. Direk dansı yapıyoruz. Gören kırk yıllık Vegas kızı sanır. Etrafımızdaki insanlar çığlıklar atıyor. Daha da şevkleniyoruz. Derken Eliz'e doğru güçlü kuvvetli bir el uzanıyor. Hani romantik komedilerde esas kızın aklını çelen esas oğlandan alıkoyan piç gülümsemeli adamlar vardır ya… Tam olarak öyle bir karakter Eliz'in aklını başından alıyor. Bende direkle öylece başbaşa kalıyorum. Yandaşım gidince şevkim azalıyor, Eliz'i göz ucuyla takip ediyorum. Adam onu dışarı havuz partisine doğru götürüyor. Platformdan inip gayet anaç tavırla Eliz'in peşine düşüyorum. Havuz kenarında dans ediyorlar. Dışardaki bara gidiyorum. Gözümün önünde olacak şekilde konumlanıyorum. Yanıma gelip aptal aptal konuşanlara Türkçe küfrediyorum. Korkup kaçıyorlar. Kendime iki tekila shot söylüyorum. İkinciyi kafama dikerken barın bir ucunda bir adamla gözgöze geliyorum. Çok geçmeden aynı adamı yanımda buluyorum. Oldukça karizmatik ve bir o kadar da sempatik… 

"Yanına gelenlere ne diyorsun da bu kadar hızlı kaçıyorlar senden"
"Küfrediyorum"
"Nasıl yani?"
"Baya küfrediyorum kendi dilimde. Deli olduğumu düşünüp kaçıyorlar"
"Üstündeki bu elbise, bu makyaj, bu ayakkabılar, bu güzel koku… Vegas'da bir clubtasın ve adamların sana yaklaşmasından rahatsız olup onalara küfrediyorsun, sence bu adil mi?"
"Onu bilmem de merak ettiğim hukukçu musun?"
"Yok mühendisim ben, ya sen?"
"Ben doktorum, adım Elisa"
"Memnun oldum. ben Eric"

Muhabbet nerdensin, kimlerdensin gibi devam ediyor. Ben canım ne olmak istiyorsa onu oluyorum. En ufak doğru bir bilgi vermiyorum. Ayakkabı numaramı sorsa '36' diyebilirim, o denli yalancı bir insan oluyorum. Burası o kadar yalanlarla süslü bir güzellikteki bende bundan geri kalmak istemiyorum. Yavaş yavaş bana yakınlaşıyor. Belime sarılıp ağır ağır dans etmeye başlıyoruz. İşte tam o anda Eliz'i havada uçarken görüyorum. Kakara kikiri adamla konuşan Eliz kahkahayı fazla basınca dengesini kaybediyor ve havuza doğru uçuşa geçiyor. Prada ayakkabıları, Gucci elbisesi, Dior çantası… Eminim Eliz'in havuza düşerken düşündüğü şeyler bunlar oluyor. Bense havuzdan o ıslak beyaz elbiseyle nasıl çıkacağını düşünüyorum. Koşarak yanına gidiyorum. Adam çoktan Eliz'in peşinden atlamış oluyor. 

"Ender, götür beni burdan!"
"Tamam hayatım ama dur önce ben sana bi havlu falan bir şey bulayım"

Eric her nasıl yapıyorsa gerçekten bir havlu buluyor. Havuzdan çıkarken Eliz'in takıldığı adam olduğu yere boşalıyor adeta. Eliz'in kafası havuzdan çıkınca açılıyor. Adama atar gider yapıyor. Eric şok içinde bana bakıyor. 

Takside Eric tebessümünü yüzünden eksik etmeden öyle sessiz sessiz oturuyor. Eliz pişmanlıklardan pişmanlık mutsuzluklardan mutsuzluk beğeniyor.

"Ahhh benim salak kafam… Ben bunu Ege'ye nasıl yaptım. Gittim, öptüm adamı. Ahhh o havuza nasıl düştüm ben. Çanta, elbise en önemlisi ayakkabılar mahvoldu. Ahhh benim canlarım, çocuklarım, yavrularım… "

Eliz'i kendi haline bırakıyorum. Onun ki ciddi bir madde bağımlılığı aslında. Gösterişten veya gözünün yükseklerde olmasından değil de bağımlılık işte. Maddi şeylere biçtiği değer gereğinden fazla. Kimseyi buna göre yargılamasa da kendi hayatında bir Chanel, bir Hermes veya Dior olmadan yaşayabileceğini düşünmüyor. Vegas'daki ilk gecesini Eliz büyük bir acıyla kapatıyor. 

12 Eylül 2014 Cuma

Burda olan burda kalır

San Francisco'dan Las Vegas'a...


"Ben senin derdinin adını biliyorum. Kurtlanmışsın sen! Bir Vegas lazım sana. Boş durmadım, uçak biletlerimizi aldım bile. Heee heeeyttt… Bekle Vegas biz geliyoruuuzzz!!!"

Üç gündür San Francisco'da Eliz. Turist gibi değil de baya burda benimle yaşıyormuş gibi takılıyor. Onun burda olması benim en büyük hayalimdi ama tam randıman alamıyor haliyle benden. Hava değişikliği, yer değişikliği kesinlikle ihtiyacım olan şey. Bunu Eliz'e söylememiş olmama rağmen gidip uçak bileti almış olması, hiç şaşırtcı değil çünkü o benim konuşmadan anlaştığım Eliz… Gözlerimin arkasını gören, ruhumun derinliklerine dalabilen Eliz…

Küçük pembe valiz üç gün içinde iki büyük pembe valiz halini alıyor. Nefret etmeme rağmen bunu hiç umursamadan beni mağazadan mağzaya sokan Eliz, artık Vegas için hazır… Havalimanına gidiyoruz. Eliz'in elinde bir büyük valiz… Benim küçük mütevazi valizimle dalga geçiyor. 

"Hiç almasaydın keşke… Bu ne Allah'ını seversen… Hiç kurtulamıcaksın şu kompakt iş seyahati modundan. Tatile gidiyoruz hayatım tatile… Hani hiç bir şey yapmazsın. Acelen yoktur. Onun için valizin büyük olmasına aldırış etmezsin. Kabine alayım, bagaj beklemeyim falan gibi sıkıntılar yoktur."

"Ya iki gün kalıp döncez işte, ne gerek var…"

"İki gün mü?"

"Evet, iki gün değil mi? Harbiden ben onu sormadım sana ne zaman döncez biz?"

"Hahaha… Biz Vegas'tan Los Angeles'a uçuyoruz şekerim. 10 güncük kısa bir tatil diyelim"

"Ohaa… Hayatta olmaz! Asla! Benim tez falan yazmam lazım ya"

"Çok geç… Söyleseydim, kabul etmezdin."

"Etmem, tabi… Ya çok hainsin"

"Kabul et, şu an senin de hoşuna gitti. Ayrıca aşk olsun. Kalkıp gelmişim, beni gezdirmicek misin?"

"Ya tamam da… Yani, ne bileyim"

"Bu arada Ege söyledi. Araba lazım olur Los Angeles'da diye. Ben o işi de hallettim. Havalimanında arabamız hazır olacak. Bunları bırakalım da Vegas'a odaklanalım şimdi. Veeegaaas… Vegaaasss…"

Vegas'a indiğimizde akşamüstü… Bu şehrin tek sevdiğim yanı var o da "Vegas'da olan Vegas'da kalır" Benim böyle çölün ortasında her yerinden ışık fışkıran beton beton oteller dışında başka hiç bir şey olmayan bir şehre sekiz ay içinde 10 kere gelmiş olmam biraz şaşırtıcı. Seviyorum, ne yapayım… Acılar, hüzünler şöyle bir kenarda dursun, Ender partiler de biraz kudursun! Eliz beni yine hiç şaşırtmıyor. Vegas'ın en ıngıl cıngıl oteli olan Cosmopolitan'dan yer ayırtmış. Hava akşamüstü olmasına rağmen kupkuru ve 40 derece… Bu şehirde bir gün ölürsem eğer alkolden filan değil kesin sıcaktan ölürüm. Eliz keyifden dört köşe…

"Eee… napıyoruz şimdi? Hemen kumara mı başlasak acaba? Nasıl oynıcam ben bunları ya? Hangisin de oynamak lazım? Söyle bakalım hileleri…"

"Şimdi kural 1…Önce gidip odada demlenmek lazım. Sonra club'a gitmeden önce biraz oynarız. Sonra gittiğimiz club hangi oteldeyse onun casino'sunda oynarız. Sonra da dansss dansss dans…"

"Heyt beee… İşte benim arkadaşım bu ! Bana bak bugün bende bekarım, sakın bana engel olma"

"Nasıl yaaa… Saçmalama."

"Yaaaa… Hani Vegas'da olan Vegas'da kalırdı"

Gülüp geçiyorum. Eliz hiç bir zaman tek gecelik ilişkilerin kadını olamadı. Bir ara bana özendi ama yapamadı. Yapamaz fıtratına uymaz. O benim gibi değil, gerçek bir romantik… Bütün Vegas'ı gören bir odamız var. Balkonda jakuzzi… Salak saçma dans edip içiyoruz. Bir yandan da hazırlanıyoruz. Bu ruhu gerçekten çok özlemişim. Daha bir kendim oluyorum. Ya da olmak istediğim oluyorum. Umarsız ve hayat dolu… 

Ben kimim ?

İçerde bir yerlerde...


Anlatmak da kar etmiyor ki. Yaşadığını, hissettiğini, düşündüğünü anlatmaya dünyadaki tüm dilleri toplasan yine de yetmiyor. Eliz'e içimi öylesine döktüm ki söylecek söz kalmadı, en son gözümden dökülen yaşlar sözün bittiği yerdi. Aslında anlatmaya devam ediyordum gözyaşlarımla. Eliz de beni tam olarak anlamıyor ama anladığı çok önemli bir şey var ki o da; içimde daha çok anlatacak şeyin olması. Benim hayattaki en büyü derdim de anlatamamak sanırım. En azından ben anlatamadığımı veya anlaşılmadığımı düşünüyorum. Bundandır ki çocukluğum ve ergenliğim fazlasıyla sorunlu geçti. Anneme sorsan ben uyumlu ve akıllı bir çocuktum. Sanırım sadece öyle gözüküyordum. Şimdi benim ne kadar olgun ve aklı başında bir insan olduğumu düşünüyorsa o zaman içinde yanılıyor. Nasıl büyük bir pişmanlık… Aileme gösterdiğim yüzümle gerçek yüzüm arasında uçurumlar var. Suçluyum ben. Günahkarım ben. Bundan dolayı olacak ki herkese ve herşeye rağmen yalnızım ben. 

Üstüme giydirilmiş "sen babanın kızısın" yaftasıyla hiç bir zaman naif bir kız olamadım. Her daim güçlü, kararlı, inatçı… Küçük bir kız çocuğuna göre fazla ayakları yere basan ve ukala. Annem bana hep babamın kızı olduğumu söylese de onun ellerinde yoğrulup onun gibi oldum. Anaç, sevgi dolu, kırılgan… Bunu annem dahil kimse farketmedi. Mütevazi aile yapımız beni de mütevazi yaptı. Arkadaşlarımı üstündeki kıyafetlerine, cebindeki paralara göre seçmedi. Aksine hep orta direk ailelerin çocuklarıyla arkadaşlık ettim. Bundan da hiç gocunmadım. Yıllar geçti bu arkadaşlar beni kullanmaya başladı. Söyledğimi her söz de bir mana aradı. Bir nevi çekemediler. Yalnızlığım daha da büyüdü. 

Derken tüm saflığımla 20 yaşında ilk defa aşık oldum. Yaşıtlarım o zamana kadar 20 tane sevgili değiştirmişti, ellerine geçen adamı parmağında fır döndürüyordu. Bense Emre'yle tanıştığımda elimi, ayağımı koycak yerler bulamamıştım. Dünyanın bir ucunda yaşıyor olmasına aldırış etmeden hiçbir hesaba kitaba girmeden tüm kalbimle aşık olmuştum. Doğruyu, yalnışı tartmadan bir an olsun ondan şüphe etmeden… İlk senenin ardından aramızda kurduğumuz bağ gittikçe azaldı. Çok geçmeden Emre için egosunu tatmin ettiği biri haline gelmiştim. Canı istediğinde arar, canı istemediğinde aramaz. Ben bunu yıllar sonra farkettim. Sadece bir ara gözüm biraz daha açılmıştı. Bizim fakülteden bir çocuktan hoşlanıyordum. Bir süre onunla olma hayalleri peşinden koştum. Hemen arkasında Emre yine çıkageldi ve ben yine Emre'ye aynı sadık köpek olmaya devam ettim. Bu sırada Eliz ve Ender ikilisinin, üçüncüsü olan Eylül bana bu hoşlandığım çocukla bir ilişkilerinnin olduğunu söyledi. Ben ne diyebilirdim ki gençler birbilerini sevmişler, anlaşmışlar. Hepsini bırak benim hayatımda Emre vardı. Bundan rahatsız olmam Emre'yi rahatsız ederdi. Ben böyle masum, naif kafalar yaşarken Emre bir anda  her zaman ki gibi kayboldu bende öylece ortada kaldım. Eylül ilişkisine devam etti ve bir müddet sonra ayrıldılar. Ben bu ilişkiyi hiç sorun etmedim, hala daha etmiyorum. Burda ki tek sıkıntı benim düşük seviyedeki özgüveniminin daha da aşağıları inmesiydi. Durup durup bir anda hayatımda pörtleyen Emre dengemi daha da bozmuştu. Bir haftalık sohbetimizin ardından kayıplara karışıyordu ve ben bu sohbetle onu 3-4 ay boyunca aklımdan çıkartamıyordum. Emre'yle yatıp Emre'yle kalkıyordum. Tam beynimin orta yerinde öylece duruyordu. Günbatımı ve gündoğumu kimsenin düşünemeyecği kadar önemliydi benim için. Onunla aynı anda güneşe sadece o zamanlar bakabiliyorduk çünkü. O yokken izlediğim tüm günbatımı ve gündoğumlarından bir albüm yapmıştım. Tam anlamıyla olmayacak duaya her Allah'ın günü 'amin' diyordum. Yıllar geçti, Emre'nin hayatına insanlar girip çıktı. Ben ezildikçe ezildim. Küçüldükçe küçüldüm. 

Psikolojide kendine yabancılaşma diye tabir edilen bir ruhsal bozukluk baş göstermeye başladı. Herşeyi ama herşeyi fazlasıyla düşünmek… Ellerimi, ayaklarımı ilk defa görüyormuşum, annemin sesini ilk defa işitiyormuşum gibi geliyordu. Arkadaşlarımla buluştuğumda bana anlattılarından çok mimiklerine, yüzlerine dikkat ediyordum, sanki onları ilk ve son defa görüyormuşum gibi. En son önümdeki duran arabayı gördüğümde frene basmak yerine tam gaz ilerlediğimde gerçekten bir yardım almam gerektiğini düşündüm. Terzi kendi söküğünü dikemedi yani. Kuyruğumu sıkıştırıp bir psikoloğa gittim. Tam olarak sebebinin "istediğim hayatla yaşadığım hayat arasındaki uzaklığı" olduğuna kanaat getirdik. Ruhumun altından girip üstünden çıktık. Mükemmel olmasa da iyi bir kıvama getirdik.

Bir süre iyiydim fakat sonra kendimi fazla işe kaptırdım. Her günüm ordan oraya koşuşturmakla geçmeye başladı. Kendime olan güvenim yerine geldi ama insanlara olan güvenim gün geçtikçe azaldı. Bu da beni tek gecelik ilişkilere sürükledi. Kimsenin bana layık olmadığına, benim de kimseye layık olmadığıma öyle inandırdım ki kendimi, duvar gibi soğuk ve ruhsuz bir kadın oluverdim. Birlikte olduğum adamları öylesine önemsemiyordum ki ben önemsemedikçe daha da çekici oluyordum onlar için. Birlikte olduktan sonra hiçbirisiyle görüşmüyordum. Taa ki Engin'le tanışana kadar… Emre'ye olan hastalıklı bağlılığımdan kaçarken bu seferde Engin'le olmayacak yasak bir ilişkinin peşinden gitmiştim. Hata yapmamak için fazla çaba gösterdiğinizde daha çok yaparsınız ya, tam olarak o işte… 

Ben bir türlü tam olarak ben olamadım sanırım. Karaktersizlikle bile suçladım kendimi. Zaten genelde kendimi suçlarım. Başıma ne gelirse gelsin sorumlusu benimdir. İyinin de kötününde sebebi benim. 

Bazen umarsız, ateşli… Bazen sağlam, gözükara… Bazen sevgi, dolu naif… Bazen günahkar, hain… Bazen masum, aşık… Bazen acımasız, taş yürek… Bazen düşünceli, anaç… Şimdi hatırlıyorum ortaokuldaki radikal Türkçe hocamız bize kendisi hakkında türlü türlü hikayeler anlatmıştı. Sonra da "ben kimim?" diye tek soruluk bir sınav yapmıştı. Aslında hayatın bütün gayesi bu tek soruluk sınavı geçmek belki de…

O zaman Candan Erçetin'den gelsin …. https://www.youtube.com/watch?v=BEp4jlKcjS8

10 Eylül 2014 Çarşamba

Kalender

Eliz'li San Francisco…

Uyandığımda içerden sesler geliyor. Eliz'in pembe valizi köşede… Aklımın bir oyun oynamadığına daha da emin oluyorum. Eliz burda… Ev oldukça temizlenmiş. Çöpler atılmış. Köşedeki markete gidip alışveriş yapılmış. Kahvaltı hazır sayılır. Eliz bir sihirli değnek ile dokunur gibi herşeyi eskisinden daha iyi hale getirmiş resmen. Ben sevgisini, mutlululuğunu çok iyi gösterebilen biri değilim. Bunun için ne yapacağımı şaşırıyorum. Jetlag dinlemeden kalkıp benim dağılmış götümü başımı toplaması, onca işine rağmen o kadar yolu tepip gelmiş olması, herşeyden önemlisi hayatımda olması… Eliz'e karşı olan minnetim katlanarak artıyor. 

"Şimdi sana muhteşem bir omlet yapıyorum. Çaydanlığını görünce dayanamadım. Çay da demledim. Hadi yine iyisin... Köşedeki marketin sahibi İranlı filan sanırım. İran'dan dün gelmiş filan olabilir. O ne aksan öyle… Bak ne diyeceğim bugün evde takılalım. Çok acayip haberlerim var sana. Telefonla ulaşamayınca, haber yollayacak kuş falan da bulamayınca bizzat kendim geldim. Kızım bakmasana öyle minnet dolu gözlerle, sinir etme beni."

"Yok ondan bakmıyorum. Yumurtayı daha ne kadar çırpacaksın diye merak ediyorum. Baktıkça başım dönüyor, midem bulanıyor."

"Nankörsün ! Evet biraz fazla çırpmış olabilirim ama kafam karıştı be Ender. Ne diyeceğimi bilemiyorum yani. Sen beni yormadan anlatıver hadi. Ne yapsam bilemedim. Günlerdir arıyorum açmıyorsun. Kızlar da meraktan öldüler. Anneni aradım en sonunda. Kadıncağız da şaşırdı. Onunla konuşuyormuşsun ama anlamış tabi bir terslik olduğunu. Dayanamadım daha fazla. Atladık, geldik."

"Atlayıp, geldik?"

"Ha, evet… Şey… Ege'de burda. Yani New York'da şu an. Senin sayende o da New York'la hasret giderecek, bende senle…"

"Apar topar buraya gelmeye karar veriyorsun, o da işini gücünü bırakıp seninle geliyor. Bu adamı elinden kaçırırsan sana en bedduam şu ki, Hermes çantanı kedi tırmalasın inşallah."

"Ayy Allah korusun… Yani Hermes'imi korusun… Şimdi mevzumuz kesinlikle bu değil ama yeri gelmişken söyleyim. O iş tamam!"

"Hangi iş?"

"Evleniyooooruuuzzzz!!!"

Sende mi Brütüs? Sende mi… Eliz'in evlilik haberine dünyada en çok sevinecek insan benim herhalde. Bundan birkaç sene öncesinde yaşadığı acıları, çıkmaya çalıştığı depresyonunu, ilişkilere karşı umutsuz bakışını ve hayata karşı yitirdiği heycanını en iyi bilen insanım. Ege'nin karşısına çıkmasıyla ölü toprağını üstünden atıp küllerinden yeniden doğdu resmen. Dünyanın elinde sezon sonu diyerek  sadece bir tane mutluluk kaldıysa o Eliz'in hakkıdır. Şimdi karşımda o kocaman yeşil gözleriyle benimle mutluluğunu paylaşıyor ve benim düşündüğüme bak… "Sende mi Brütüs?" Kendime geliyorum, şimdi yalnızlık senfonisi çalmanın hiç zamanı değil.

"İnanmıyoruuuummm !!! Çabuk, çabuk anlat! Nasıl evlilik teklif etti? Düğün ne zaman? Bana bak ben olmadan değil düğün yapmak gelinlik bile alamazsın!"

İki sene önce Eliz'le kendimizi koycak yerler bulamadığımız zamanlardı. Dünya bir dar geliyordu. Elimize geçen ilk parayla yollara koyuluyorduk. Eliz bir gün Beyrut'a uygun uçak bileti bulduğunu söyledi. Haftasonu için koptuk, gittik. Çılgın Beyrut gecelerinde kendimizden geçmiş bir haldeydik. Eliz, Egeyle o perişan haldeyken tanıştı. Evlenme teklifini Beyrut'daki o gece klubünün tam karşısındaki şık restoranda yapmış. Ertesi gün atlayıp Mikanos'a gitmişler. Odası full deniz manzaralı terasından begonviller sarkan bir otelde ön balayı yapmışlar. Düğün önümüzdeki ilkbaharda olacakmış. Kız isteme henüz gerçekleşmemiş. Zaten daha 10 gün önce olmuş bunların hepsi. 

"Nasıl mutlu oldum anlatamam. Helal olsun Ege'ye… Düğün var yahu düğün!"
"Ender'im… Kalenderim benim. Bütün bunlar çok güzeldi. İlk sana anlatmak istedim ama bulamadım seni."
"Beeen… Ben pek iyi değilim Eliz. Yani olanların hepsinin başıma geleceğini zaten biliyordum ama bu kadar yıkılacağımı hiç tahmin etmemiştim."

Kahvaltı bitiyor. Yemesek de doyuyoruz bir şekilde. Hüzünle, mutlulukla, umutla, umutsuzlukla bir şekilde doyuyoruz. Kalkıp masayı toplamaya koyuluyorum. Mutfağa geçtiğimde pencereden ışık bacaklarıma vurmuş olacak ki Eliz yara izlerimi farkediyor. Koşarak yanıma geliyor. Elimdekileri bıraktırıyor. Salondaki kanepeye çekip götürüyor. 

"Bi dakika… Bi dakika… Sana nolmuş böyle… Tamam, sakarsın. Oranı buranı olmadık yerlere çarparsın da baya katledilmiş gibisin. Noluyor Ender, noluyor?"

Emre'nin gelişini, olanları… Engin'e gidişimi, olanları… Bütün süreci anlatıyorum. Saatlerce gözünü kırpmadan, sözümü kesmeden, ağlama demeden, çalan telefonunu umursamadan dinliyor beni. Yeşil gözleri nemleniyor ben ağladıkça. Ellerimi tutuyor. Hepsi bitince ben ağlama krizine giriyorum. Bütün samimiyetiyle, sıcaklığıyla kocaman sarıp sarmalıyor beni. Önceleri ismime kafiye olsun diye söylediği ve geyik yaptığı bir şey olsa da şimdi tamamen beni sevme biçimine dönüşen o sihirli sözcükleri söylüyor.

"Endeeer'im… Kalenderim benim…"

9 Eylül 2014 Salı

Aç kapıyı ben geldim

San Francisco'daki buhranlı günler ve bir süpriz… 

Prag'dan döneli kaç gün oldu bilmiyorum. Geldiğim günden beri dışarı çıkmadım. Ne saatler ne de takvimler umrumda. Sürekli uyuyorum. Anneme hayatta olduğumu söylemek için telefonumu açıyorum ve sonra geri kapatıyorum. Bir sürü mesaj ve cevapsız aramayı görmezden geliyorum. Tam anlamıyla yaydırmış durumdayım. Üzülebileceğim şeyler yaşamış olsam da bu kadar depresyonu hakedecek bir şey olmadı aslında, biliyorum. Bunca zamandır herkesin derdinin benimkinden daha fazla olduğunu düşünüp hiç bir şeyi dert etmem gerektiğine inandırdım kendimi. Benim sorunlarım konuşulmaya başlandığında en kısa yoldan nasıl kapatırım konuyu diye baktım hep. Her ne kadar başarılı bir öğrenci olmasam da psikoloji okudum ve kendi söküğümü kendim dikebilirim mantığındaydım. Şimdi kendimi olabildiğince salmak istiyorum. Üç sene önce yaşadığım depresyondan daha derin bir şey yaşıyorum ve bundan rahatsızlık duymuyorum. Uzun zamandır banyo yapmıyorum. Üstümdekileri değiştirmiyorum. Beynim uyuşmuş gibi. Sokağa çıksam "homeless"ım diye devlet yardım eli uzatır, öylesine berbat bir haldeyim.

Emre evleniyor.
Engin baba oluyor.
Ayşe okula gidiyor.
Ali topu tutuyor.

Bu ne saçmalık...

Emre'yi eş, Engin'i baba yapmış kadınlarda olup da, bende olmayan ne var acaba? Bu sorunun cevabı yok, biliyorum. Zaten cevabını bulsam da o kadın olmayacağıma adım kadar eminim. Bende bir sorun olup olmadığını sorgulamaya çalışsam da hiçbir sonuçtan tatmin olamıyorum. Zaten bir yerden sonra sorgulamayı da bırakıyorum. Evdeki kumanyalar tükenince pizzacıya dadanıyorum. Pizza kutuları gittikçe artıyor. Artık kokusu dayanılmaz hal alan çöpleri balkonda stoklamaya başlıyorum. Buraya taşındığımdan beri her daim tertemiz ve düzenli olan evim şimdi tanınmaz bir halde. Bunca zamandır zahmet edip eve gelen ve nasıl olduğumu öğrenmek isteyen bir tane bile arkadaşımın olmaması da depresyonuma depresyon katıyor. Burda yaşayan çoğu insan gibi benim arkadaş diye adlandırdıklarımda fazlasıyla yüzeysel ve çiğ insanlar… Yalnızlığım büyüdükçe büyüyor. İşin kötü tarafı canım hiç sıkılmıyor. Asgari ölçüde yaptığım aktiviteler sadece hayatta kalmamı sağlayacak temel ihtiyaçlarıma yönelik… Bu da güzel henüz ölmeyi düşünmüyorum. Biraz sürünmeye ihtiyacım var o kadar. Bir ara saçlarımı kesmek istiyorum nedense, böyle kısacık erkek gibi olsun isityorum. Sonra ondan da vazgeçiyorum. Çılgın şeyler peşinde değilim, sadece bu boşvermişliğe çok ihtiyacım varmış, onu farkediyorum.

Kapı çalıyor. Öylesine ağırlaşmışım ki kapıya gitmek inanılmaz güç geliyor. Pizza ısmarlamamış olmama rağmen bulanık beynim pizzacının geldiğini söylüyor bana. Her zaman ki gibi kapıyı kolumun sığacağı ölçüde aralayıp dışarıya bakmadan 20 doları uzatıyorum. Para elimden çekip alınıyor. Pizza için elimi açıyorum ve elime bir el dokunuyor. Şok geçiriyorum. Günlerden sonra bir insana dokunuyorum. İrkilip elimi geri çekiyorum. 

"Pizzamı alabilir miyim?"
"Ne pizzası be… 'Korka korka değil, usul usul değil / Elim yüreğimde çarpa çarpa geldim / Aç kapıyı bak ne diyeceğim?' Endeeeerrr… "

Bir dakika, bir dakika… Sanırım aklımı yitirdim, rüya mı görüyorum yoksa ? Ne yapacağımı bilemeyip kapıyı kapatıyorum. Az önce duyduğum ses Eliz'in…

"Endeeeeerrrr, bebiiişiiiimmm… Sana böyle saçma hareketler hiç yakışıyor mu ama? Açar mısın kapıyı?"

Kapıyı yavaşca açıyorum. Baya Eliz'in ta kendisi karşımda duruyor. Küçük bir pembe valiz ve Eliz… Benim can dostum biriciğim Eliz… Öteki yarım Eliz… Biraz daha fazla vakit geçirmek için yolları uzattığımız Eliz… Konuşmadan anlaştığım Eliz… Ruh ikizim Eliz… Gözlerimin günlerce yarı kapalı  olduğunu Eliz'i görünce açılan gözlerimden anlıyorum. Ne kadar pis olduğumu Eliz'in mis gibi kokusunu içime çekince farkediyorum. Eliz benim pisliğime aldırmadan sımsıkı sarılıyor bana. İçeri giriyor, yüzünde bir buruşukluk var. Evimin berbat halini görünce inanılmaz utanıyorum. 

"Nerden çıktın sen? İnanamıyorum hala."
"Bence çok doğru bir zamanda gelmişim yoksa burda zehirlenip ölebilirmişsin"
"Yok ölmeyi düşünmüyorum"
"Aferin sana! Seninki ölmeyi düşünmemek değil hayatım baya düşünmeyi bırakmışsın"
"Çok mu belli oluyor?"
"Valla aslında bundan daha fazlası da belli oluyor ama dua et ki bugün merhametli günümdeyim, seni hırpalamaycağım. Bana kalırsa sen şimdi bir panik olup beni ağırlamaya falan çalışma. Önce seni kendine getirelim. Sonra yatıp uyuyalım ve yarın herşeyi konuşalım. Olur mu?"

Olur anlamında kafamı sallıyorum. Burda olduğuna hala inanamıyorum. Beni bir çocuk gibi alıp banyoya götürüyor. "Bak burası banyo… Şimdi suyu açıp şurda gördüğün şampuanla saçını yıka. Duş jeliyle de vücudunu. Sonra da dişlerini fırçala." Dışarı çıkıyor. Dediklerini yapıyorum. Üstümü giyinip salona gittiğimde günlerdir sıkı sıkı kapalı olan camları, perdeleri açılmış buluyorum. Etraf biraz olsun toplanmış. Eliz elinde bir fincan kahveyle bana sımsıcak gülümsüyor. Ağlamaya başlıyorum. Ona baktıkça gülümsüyor sonra ağlamaya devam ediyorum. Biz ortaokuldayken bir şiir gecesi yapmıştık. Eliz o gecede Berin Taşan'ın bir şiirini okumuştu. Şimdi yıllar sonra benim biricik arkadaşım dünyanın bir ucundan kalkıp gelmiş bana o şiiri okuyor.


AÇ KAPIYI BEN GELDİM
Korka korka değil, usul usul değil
Elim yüreğimde çarpa çarpa geldim
Aç kapıyı bak ne diyeceğim
Bir senin ellerinden, bir senin gözlerinden
Dişlerinden dudaklarından
Nergisler Ocak ayında açtı
Kendimden bahsetmeyeceğim
Yediveren güllerden
Duvardan sarkan güllerden
Çocuklardan, sabah erken okula giderlerken
Atlardan bahsedeceğim
Kan ter içinde atlardan.

Aç kapıyı bak ne diyeceğim
Ne kadar küsülü çocuk varsa barıştırdım, oynuyorlar
Tam kırk çeşit sarmaşık gül buldum
Penceremin dibinde açacak.
Ekinleri dolu vurmadı,
Çekirge gelmedi,
Kurak olmadı.
Yorgunum demeyeceğim,
Bir evimiz olsa demeyeceğim,
Yüreğim daralıyor demeyeceğim.
Bir baksan gözlerime
Başını çevirmeyeceksin,
Yürüyüp gitmeyeceksin,
Elini çekmeyeceksin.
Bir baksan gözlerime
Dağda yakılmış ateşler göreceksin.
Aç kapıyı kim geldi bak
Bak nasıl havalandı güvercin.
Açmam diyemezsin artık,
Aç!

8 Eylül 2014 Pazartesi

Bekleme yapma, devam et...


Öylece yatıp yalnızlığımı düşünüyorum. Zuhal Olcay'ın o harika sesinden bir dize çınlıyor kulağımda.

"Yalnızlığım yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin…"

Havamı değiştirmek için telefonumu elime alıyorum. Facebook'a bakmaya başlıyorum. Kim daha mutlu, kim daha güzel, kim daha zengin türünden bir yarışma oynuyor. Sezon sebebiyle olsa gerek kim en güzel gelin, kimin ki en şaşaalı düğün gibi bir durum var. Şu izdivaç programlarındaki sunucular "hadi anacım… çıkın çıkın gelin… evlenmeyen kalmasın" diye sesleniyor ya, bizim üniversite mezunu 'cool' jenerasyonumuz bunu fazla ciddiye almış olacak. Son beş sene içinde tüm arkadaşlarımın evlenmiş olması gerçekten normal mi? Ben neden kendimi bu tarz karelerin içinde hayal edemiyorum acaba? Bir de bunların anne olmuş versiyonları var. Sanki hepimizin annesi bizi doğurmadı da sıçtı. Sanki dünyada ilk hamile kalan kadın oymuş gibi… Doğum yaparak çocuk yapan tek kadınmış gibi… Tövbeler olsun! Bir mutlular, bir mutlular… Bir de şu fotoğraf altına "babamızla keyifli sabah" türünden yorum yazmalar… Bilmem kaç senelik sevgilisi veya kocası, çocuk doğunca "babamız" oluyor. Kusura bakma ablacım ama sen gerçketen aldatılmayı hakediyorsun. İnsan kocası için "babamız" der mi ya ? İstediğimi yapmış bulunuyorum. Kendi acılarımdan, mutsuzluğumdan kopup insanların "mutluluk" diye tanımladıkları hayatlarıyla uğraşıyorum. Facebook'tan sıkılıp Twitter'a bakıyorum. Eskiden mizah sahnesi olan Twitter şimdilerde siyaset meydanına dönüştü. Twitter'dan çabuk sıkılıyorum. Öyle ciddi şeylerle uğraşmak bana yaraıyor artık. 

Derken Engin giriveriyor içeriye. Yüzünde tuhaf bir ifade var. Böyle heycanlı gibi… Hiç bir şey sormuyorum, sadece yarım bir gülümseme… Bilgisayarda birkaç işi olduğunu söylüyor. Ben kalkıp duşa giriyorum. Su üzerimden aktıkça ferahlıyorum. Kararmış ruhum, beynim aydınlanıyor ve temizleniyor. Aynada sebepsiz yere gülümsüyorum. Bir anda bütün havam değişiyor. Benim bu hızlı duygu değişimlerime Engin çok alışkın. Onun için kendimi frenlemiyorum. Makyajımı yapmaya başlıyorum. Bir yandan da günün geri kalanı için plan yapıyorum. Engin'e bir "svickova" yedirmeli diye düşünüyorum. Geleneksel bir Çek yemeği… Etin en tatlı yeri demekmiş. Gerçekten de öyle… Muazzam bir yemek. Müthiş bir sos ve lokum gibi bir et. Sonra Prag'ı yukardan izlemek ve biraz da doğayla başbaşa olmak için Petrin'e çıkarız diye düşünüyorum. Belki gün batımını bile izleriz… Evet, evet harika ! Makyaj bitiyor, ben kendimi çok daha iyi hissediyorum. "Amaaan salla derdi tasayı, bi daha mı gelcez dünyaya" gibi sığ kafalara erişiyorum. Odaya giriyorum, Engin hala bilgisayar başında. Gri dar pantolon ve siyah salaş bluz, bu tam olarak Ender'in klasik kombinasyonu…

"Daha çok işin var mı?"
"Yok, hayır"
"Dışarı çıkarız diye düşündüm, hatta hazırım bile çıkmaya"
"A-aa tabi çıkarız"
"Dehşet planlar yaptım"
"Ben bir şey söyle…"
"Önce Svickova yemeliyiz."
"Bi dakika…"
"Hayır, ne diye sorma ama emin ol bayılacaksın"
"Ender bir dakika dinler misin?"

Evet, tipik bir sahne daha… Ben dinlemek istemiyorum artık. Hayatım boyunca hep dinledim ben. Belki de o haklıdır şüphesiyle hep dinledim. Merakla, ilgiyle dinledim. Canını sıkarım olmayacak bir söz derim diye hep dinledim. Şimdi biraz da ben susturmak istiyorum. Öncelik bende olsun istiyorum. Duymak istemeyeceğim şeyler söyleceğini bile bile buna izin vermek istemiyorum. Az önce banyoda kendimi motive etmem de bundandı. Var olan gerçeği yok sayma çabası… Engin, kararlı gözlerle bana bakıyor. Ellerimden tutup yatağa oturtuyor. Gözlerime bakıyor heycanlı heycanlı. Bu heycanın benle alakası olmadığına eminim. Hislerim, bu heycanın bizim ilişkimize son vereceğini söylüyor. Susuyorum. Hiçbir gerçeği ne yaparsanız yapın engelleyemiyorsunuz. Çaresiz susup dinliyorum.

"Az önce bir haber aldım. Karışık duygular içindeyim ama mutluyum. Baba olacağım."

Engin'le bir kere bu konu hakkında konuşmuştuk. "Baba olduğun gün bu ilişki biter" demiştim. Evli olmasını nasıl kaldırdığımı bilmiyorum ama evli ve çocuklu olmasını asla kaldıramayacağımı biliyorum. Bir adamın karısını aldatmasına sebep olmak, büyümüş ve kirlenmiş insanoğluna yaptığım bir şey. Bir anne ve bebeğe bunu yapmak gerçek bir hainlik. Benim iç adaletim, toplum yargılarına veya adaletine ne kadar uyar onu bilmiyorum ama bendeki durum bu. 

"Bir şey söyle lütfen"
"Ben bu konuyla ilgili sana daha önce birşey söylemiştim. Senin adına mutlu oldum. Çok güzel şeyler paylaştık. Hepsinden önce dostluğun benim için çok kıymetliydi. Yokluğunu hissedeceğimi biliyorum ama buraya kadar… Şimdi ben valizimi toplayacağım ve gideceğim. Sende bana hiçbir şey söylemeyeceksin."
"Ender yapma Allah aşkına… Bu edebiyata hiç gerek yok. Bu gece son olsun ama olsun, lütfen."
"Edebiyat yapmıyorum. Bu ilişki yüzünden kendime olan saygımı oldukça yitirdim ve daha fazla yitirmek istemiyorum. "

Kalkıp eşyalarımı topluyorum. Engin öylece oturuyor, sigara içiyor. Çıkmak üzereyken arkama bakıyorum. Engin'in elleriyle gözyaşlarını sildiğini farkediyorum. Bir adam ağladığında benim sinirim çok bozuluyor. Bir adamın ağlaması bana ciddi bir zulüm. Ona baktığımı farkedince göz göze geliyoruz. Ayağa kalkıyor, bana doğru yaklaşıyor. Gözleri nemli ama ağlamıyor. Yüzünde kırık bir gülümseme…

"Bundan sonra Joy FM'i daha sık dinleyeceğim."

Gülümseyip kafamı öne eğiyorum. Sonra gözlerine bakıyorum ve odadan çıkıyorum. Biz Joy FM'in sıkı takipçilerindeniz. Ne zaman Joy Fm'i dinlesek birbirimizin sesini duyduğumuzu düşünüyoruz. Ya da birbirimize önerdiğimiz kitapları okurken göz göze geldiğimize inanıyoruz. Joy Fm'i daha sık dinlemesi demek beni daha çok hatırlamak istediğine işaret ediyor. Engin bir son söz söyleyecekse eğer işte böyle söyler. İçimden bu adam için boşuna taviz vermemişsin diye geçiriyorum. Otelden çıkıp Charles Köprüsü'ne doğru yürüyorum. Engin'in beni izlediğine eminim ama arkama bakamıyorum. Biraz uzaklaşınca duruyorum. Duvara yaslanıyorum. Bir sigara yakıyorum. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı kestirmeye çalışıyorum. Bir mesaj geliyor Engin'den…

"Bekleme yapma, devam et."

Gülüyorum ve yürümeye devam ediyorum. Burda olan arkadaşlarımı görmek harika olabilirdi ama hiç taakatim yok. Önüme çıkan ilk otele girip yarın akşama kadar orda kalmayı ve sonrada basıp san Francisco'ya gitmeye karar veriyorum. Öyle de yapıyorum.